İnsanlık, tarih boyunca varoluşunun derinliklerinde saklı kaygılarla mücadele etmiştir. Ölümün kaçınılmazlığı, yaşamın anlamını arayış ve belirsizlik karşısındaki yalnızlık, her çağın insanını kendi iç yolculuğuna zorlayan temel meseleler olmuştur. Modern insan ise tüm teknoloji, bilgi ve imkân bolluğuna rağmen aynı kaygıların pençesinde, sadece biçim değiştirmiş halleriyle yaşamaktadır. Kalabalıklar içinde yalnızlık, hız çağında anlam kaybı ve tükenmişlik, kadim korkuların çağdaş yüzleridir.
Bu kaygılarla yüzleşmek ve varoluşu olumlayan bir cesaret gösterebilmek, insan ruhunun direniş biçimlerinden biridir. İnanç, dil ve kültür ise bu direnişin anlam bulduğu zeminlerdir. Kadim hikâyeler ve inanç sistemleri yalnızca geçmişin mirası değil, aynı zamanda bugüne seslenen diriltici işaretlerdir. Kutsal metinlerde anlatılan Hz. Meryem, Hz. Eyüp ve Hz. Hacer kıssaları, insanın umutsuzluk karşısında nasıl dirilebildiğinin ve çabanın nasıl kutsal bir forma büründüğünün güçlü örnekleridir.
Bu anlatılarda dikkat çekici olan, hepsinde suyun diriltici ve dönüştürücü bir sembol olarak öne çıkmasıdır. Su, sadece fiziksel bir yaşam kaynağı değil; aynı zamanda ilahi inayetin, umuda dönüşen ilhamın ve varoluş kaygılarıyla mücadelede insan ruhuna işaret edilen metafizik bir cevabın somut tecellisidir.
Aşkın olanı ifade etmekte insan dilinin sınırları kaçınılmazdır. İşte bu noktada semboller devreye girer. Ancak semboller sadece soyut temsiller değildir; yaşanmış deneyimlerle anlam kazanır ve insanın varoluşsal tecrübesiyle yeniden şekillenir. Aksi takdirde işaret ettikleri anlamı yitirir ve biçimsel kutsanmalara dönüşür. Bu yüzden kutsal anlatıların dili, yaşanmışlıkla sürekli tazelenmeli ve her çağın insanına yeni pencereler açmalıdır.
Hz. Meryem, toplumsal kınanma ve yalnızlıkla yüzleşen bir ruhtur. Hamileliği sebebiyle, “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim” (Meryem, 23) diyerek derin bir acıyı ve varoluş kaygısını dile getirir. Fakat Rabbi ona, “Senin alt yanında bir su yolu yaratılmıştır” (Meryem, 24) buyurarak yalnızlığın ve ölüm korkusunun ortasında diriltici bir kaynak sunar. Bu su, yalnızca fiziksel bir ihtiyaç değil; ruhun yeniden doğuşunun ve umudun işaretidir. Yüzyıllardır İstanbul’daki Meryem Ana Ayazması’ndan akan su da bu kıssanın manevi hatırasını yaşatır ve umutsuzluğun ortasında umut fısıldayan bir sembol olarak varlığını sürdürür.
Hz. Eyüp, bedenini ve sevdiklerini kaybeden, varlığının sınırlarında dolaşan bir kuldur. “Bana hastalık dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin” (Enbiya, 83) diyerek Rabbine sığınır. Ne isyan eder ne de umutsuzluk kuyusuna düşer. Rabbi ona, “Ayağını yere vur! İşte sana yıkanacak ve içecek serin bir su” (Sâd, 42) buyurur. Burada su, yalnızca bedenin iyileşmesi değil; ruhun derinlerinde yankılanan anlamsızlık duygusuna karşı bir diriliş işaretidir. Eyüp kıssası, acının koynunda bile umudu yeşerten bir iradenin sembolüdür.
Hz. Hacer ise çölde, oğlu İsmail ile ölümle burun buruna geldiğinde su bulmak için Safa ile Merve arasında çaresizlik içinde koşar. Annelik duygusunun ve insanî çabanın destanıdır bu. Nihayet Zemzem’in fışkırması, “İnsan için ancak çalıştığının (sa’y) karşılığı vardır” (Necm, 39) ayetinin somut tezahürüdür. Çölün kuraklığına, ölümün sessizliğine ve yalnızlığın karanlığına rağmen teslimiyet ve gayretle dirilişin mümkün olduğunu gösteren bir mucizedir. Hz. Hacer’in samimi arayışı, sadece onun değil susuzluğunu gidermek isteyen mü’minlerin umudunu taşımaktadır.
Bu kıssalar bize şunu anlatır: Umutsuzluğun kuraklığı ancak dua, çaba ve teslimiyetle dirilişe dönüşebilir. Ve bu diriliş, çoğu zaman su gibi bir hayat kaynağının aracılığıyla sembolleşir. Suyun her çağda ve her kültürde diriltici, temizleyici ve dönüştürücü anlamlar taşıması boşuna değildir. Modern insanın varoluşsal kaygılarına verilecek cevap, işte bu diriltici sembollerin işaret ettiği çabanın kutsallığında saklıdır.
Zemzem gibi kutsal kaynaklar, sadece fiziksel nesneler olarak kutsandığında Hz. Hacer’in çölü hayata dönüştüren azminin izleri silinme tehlikesi ortaya çıkabilir. Suyun diriltici sembol değeri, arkasındaki dua, varoluşsal çaba ve ilahi cevap diyaloğuyla canlı kalır. Aksi takdirde semboller, biçimsel kutsanmalara dönüşerek işaret ettikleri diriliş mucizesini görünmez kılar.
Modern insan, varoluşunun anlamına dair kaygılarla boğuşurken çoğu zaman aklın sınırlarına hapsoluyor; bu da onu isyana ve içsel bir çıkmaza sürüklüyor. Belki de asıl sorumuz, “Neden ben?” değil, “Bu zorlukla nasıl anlamlı bir yol kurabilirim?” olmalı. Çünkü cevap, ancak bu bilinçli çabanın içinde filizlenir.
Kadim kıssalar —Hz. Meryem’in suskunluğu, Hz. Eyüp’ün sabrı, Hz. Hacer’in çabası— bize yalnızca bir inanç mirası bırakmaz; aynı zamanda kırılganlık anlarında dirilişin mümkün olduğuna dair çağlar ötesi bir cesaret fısıldar. Bugün atacağımız en değerli adım, içimizdeki çoraklığı fark edip, o kurak toprakta saklı umut pınarının sesine kulak vermek; kaygılarımız karşısında yalnız olmadığımızı bilmek ve hâlimizi, bizi en derinden tanıyan Rabbimize açabilmektir.
İnsan, kendi imtihan alanı ile yüzleşmeksizin, çözüm yolları aramak yerine problemlere odaklanarak içindeki manevi susuzluğu dindirebilir mi? Ya da kendi imtihan alanlarını başkalarıyla kıyaslama yolunu seçip, acı içinde kavrularak çözüm yolları bulabilir mi? Hacer’i çölün ortasında Zemzem’e ulaştıran çabası gibi, her birimiz kendi ruhumuzun kuyusunu kazma gayretinde olmalı; iç huzurumuzu, hayat veren kaynağımızı bulma sorumluluğu taşıyabilmeliyiz. Çünkü ancak o zaman kendi otantikliğimize ulaşabilir, bu lütfu sunan Rabbimize yönelebiliriz. Ve belki bu yolu tercih ederek, yolculuğumuzu rızaya uygun tamamlayabiliriz.