Otuzlu yaşlarımın son demlerindeydim. O akşamüstü, hava yazdan kalma ılık bir nefes taşıyordu. Verandanın ahşap döşemesi, gün boyu içine çektiği güneşin son sıcaklığını usulca geri veriyordu. Ama ben, o sıcaklığa rağmen üşüyordum. Huzur, verandanın sessizliğinde asılı kalmış; yüreğime uğramayı çoktan unutmuştu. Demir korkuluğa yaslandım, gün batımının kızıla boyadığı gökyüzüne baktım. Geçmişin ağırlığıyla geleceğin belirsizliği arasında sıkışmıştım; sanki içimde bir mevsim bitiyor, diğeri başlamaya cesaret edemiyordu.

Hemen yanımdaki divanda, dedem oturuyordu. Üzerine çöken akşam gölgelerine rağmen, çizgili yüzünde bir bilgelik ve dinginlik ışığı parlıyordu. Elindeki çayını yavaş yavaş yudumlayan dedemin duruşu, fırtınanın ortasındaki bir deniz feneri gibiydi; sağlam ve sarsılmaz.

İçimdeki fırtına dayanılmaz bir hâl alınca, sessizliği bozdum. “Dede... Hiç hayatının en büyük hatasını yaptığını düşündüğün oldu mu? Sanki o hatanın gölgesi her adımında takip ediyor, seni nefes alamaz hâle getiriyor.”

Dedem, bardağı usulca masaya bıraktı. "Hata, Emre" dedi, "Yapıldığında açılan bir kapı gibidir. Bazen aydınlık bir odaya çıkarır insanı, bazen de karanlık bir labirent ile karşılar. Senin bakışlarındaki korku, o labirentte kaybolmuş birinin ifadesine benziyor."

"Kayboldum, evet," diye iç çektim. "Ve korkuyorum. Yaptıklarımdan ötürü pişmanlık duyuyorum. Bu kaygı, içimi kemirip duruyor."

"Anlıyorum," dedi dedem, sesi sakin ve güven vericiydi. "O zaman gel, sana korkunun kıyısında umudu bulan bir gencin, Musa peygamberin hikâyesini anlatayım."

"Musa daha bebekken, annesi onu Firavun’un zulmünden korumak için bir sandığa koyarak nehre bırakmış. Nehrin akıntısı sandığı, zulmün kaynağına, Firavun'un sarayına götürmüş. Askerler onu bulduğunda doğruca krala götürmüş. Musa bebeği görünce Firavun ve eşinin kalbi sevgiyle dolmuş. Firavun’un korkusu, sevgiye yenik düşmüş."

"Yıllar geçmiş aradan," diye devam etti. "Sarayda büyüyen Musa, bir gün şehirde dolaşırken bir kavga görmüş. Kendi halkından birine zulmedildiği hissine kapılınca, öfkesine hâkim olamamış ve ayırmak için Mısırlı adama bir tokat atmış. Adam düşerken başını vurmuş ve oracıkta ölmüş. Bu olay onu dehşete düşürmüş olmalı ki duyduğu korkuyla şehri terk etmiş, kendini çölde bulmuş. Anlayacağın, ona açılan kapı, onu karmaşık bir labirente sürüklemiş."

Dedem derin bir nefes aldı. "Emre" dedi, "bana Kur'an-ı Kerim'i getirir misin? Hikâyenin devamını, bizzat Allah'ın kelamından dinlemelisin."

Kitaplıktan Kur'an'ı alıp getirdim. Heyecanlıydım. Dedem, gözlüklerini takıp Tâ-Hâ Suresi’ni açtı ve huzur içinde okumaya başladı.

Bismillahirrahmanirrahim
"Sana Musa'nın haberi ulaştı mı? Hani o, bir ateş görmüştü de ailesine: 'Siz durun, ben bir ateş gördüm; belki size ondan bir kor getirir veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum,' demişti." (Tâ-Hâ, 9-10)

"Görüyor musun Emre?" diye sordu dedem, başını kaldırarak. "Musa bile kaybolmuşken bir ışık, bir rehber aradı. Tıpkı senin şu an yaptığın gibi." Sonra okumaya devam etti.

"Oraya gelince, kendisine seslenildi: 'Ey Musa! Haberin olsun, ben senin Rabbinim. Şimdi ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen kutsal vadi Tuva’dasın.'" (Tâ-Hâ, 11-12)

"Bu bir arınma çağrısıydı," diye açıkladı dedem. "Geçmişin tozunu toprağını atması, hafiflemesi için."

"Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver. Kesinlikle ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Onun için bana kulluk et ve beni hatırlamak için salâtı ikame et." (Tâ-Hâ, 13-14)
"O Saat (kıyamet) mutlaka gelecektir. Onu neredeyse gizliyorum ki, herkes peşinden koştuğu (sa’y ettiği) şeyin karşılığını görsün." (Tâ-Hâ, 15)

"Her şey bir sınama." diye yorumladı dedem, "Ve her amel karşılık bulacak."

"'Öyleyse ona iman etmeyen, tutku ve kuruntusuna uyan kimse seni ondan alıkoymasın. Yoksa helak olursun.'" (Tâ-Hâ, 16) uyarısı çetindi.

Sonra, diğer ayetlere geldi sıra. Dedem, sesini biraz daha yükselterek okumaya devam etti.

"'Sağ elindeki nedir ey Musa?' Musa 'O, benim asamdır,' dedi, 'Ona dayanırım, onunla koyunlarıma ağaçlardan yaprak silkerim ve onda başka ihtiyaçlarımı da gideririm.'" (Tâ-Hâ, 17-18)
“(Allah) Buyurdu: 'Ey Musa, onu yere at.' Musa onu yere atıverdi. Bir de ne görsün! Hızla sürünen bir yılan oluverdi. Allah 'Onu al, korkma! Biz onu ilk hâline döndüreceğiz,' dedi." (Tâ-Hâ, 19-21)

Dedem burada durdu ve yüzüme baktı. “İşte bu çok mühim, Emre. Musa, asasının yılana dönüştüğünü görünce korktu ve geri kaçtı. Bu, senin ve benim yapacağımız çok insani bir tepki. Ama Allah ona 'Korkma!' dedi. Hissettiğin korku meşrudur; ama sana hükmetmesine izin verme.”

Okumaya devam etti:
"'Bir de elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz bir hâlde çıksın. Bununla daha büyük ayetlerimizden bazılarını sana gösterelim. Firavun’a git. Şüphesiz o haddi aştı.'" (Tâ-Hâ, 22-24)

"Ve işte görev," diye fısıldadı dedem. "En büyük korkusunun kaynağına, Firavun'a gitmekle görevlendirildi."

Musa, içindeki korkuyu itiraf etti:
"Musa: 'Rabbim!' dedi, 'Göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimdeki düğümü çöz. Ki sözümü iyi anlasınlar.'" (Tâ-Hâ, 25-28)

"Görüyor musun?" diye sordu dedem, gözleri parlıyordu. "O bile kendini yetersiz hissetti, korktu. Ama bu korku onu kaçmaya değil, Rabbine sığınmaya ve yardım istemeye yöneltti. Bu, korkuyla baş etmenin en güzel yoluydu."

Kitabı kapatırken "Hikâyenin dönüm noktası Kızıldeniz'de yaşandı," diye mırıldandı dedem. "Musa peygamber ve kavmi, önlerinde uçsuz bucaksız bir deniz, arkalarında ise geçmişin azabını temsil eden Firavun'un ordusuyla sıkışıp kalmıştı. İşte sana 'geçmişin hüznünün gelecek kaygısına dönüşmüş hâli…' Musa’nın kavmi, 'İşte şimdi yakalandık!' dediler. Musa'nın cevabı, Tuva’da alevlenen inancın ışığıyla şekillenmişti. 'Hayır! Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir.' Dedi. (Şuara, 61-62)"

Dedem, "Bu," diye vurguladı, "sadece sözlü bir umut değil, eyleme dönüşen, denizi yaracak kadar kuvvetli bir inançtı. Ve öyle de oldu."

"Yani," diye mırıldandım, gözlerimde yepyeni bir anlayışla, "Korku yok olmadı, ama umut onu yaptığı iyiliklerle eritti."

"Aynen öyle," diye onayladı dedem. "Kızıldeniz, Musa için geçmişteki hatasının, kaçışının ve en büyük korkusunun nihai olarak yok olduğu bir eşikti. Onu geride bıraktı. Senin de yapman gereken, kendi Kızıldeniz'inin kıyısında donup kalmamak. O korkuyu bir uyarıcı olarak kabul et. Enerjini ve iradeni, içindeki o ilahi umuda, 'Rabbim benimle' inancına taşıman gerekiyor. Yere bıraktığın asanı al, o umutla vur engellere, kendine bir yol aç ve yürü. Arkanda bıraktıkların ders hükmünde. Firavun da içimizde, Musa da. Senin firavunun, o eski hatalarının, artık yarılan denizin derinliklerinde boğulup gitmesi gerekiyor."

Odama çıktığımda, duvarlar, kitaplar, pencerenin dışındaki dünya... Her şey başkalaşmıştı. Artık bir labirent değil, içinde yürünecek bir yol gibi görünüyordu her yer. Masanın başına geçtim, günlüğümü açtım ve kalemim, içimde yeşeren o yeni anlayışın izini sürmeye başladı.

Gece karanlık ve ay kocaman bir yürek.
Âşık. Aşk ile dönüyor.
Denizin yüreği kabarmış, dalgaları kıyıyı dövüyor.
Deniz âşık; med ile cezir, ay ile deniz, ışık ile dalga, yer ile gök...
İnsan bu iki aşk arasında.

Çölde kıvrılarak yol alan yılan; karşısına çıkan Musa.
Yılanın dilinden akan zehir, Musa'nın asasında panzehir.
Yılan yolunun yolcusunu bekler, Musa yolcunun yolunu...
Yol çetrefil, menzil uzakta. Musa korkuyor, yılan korkuyor.
Yılan ve asa, zehir ve panzehir.

Yolun yolcusu, iyi dinle sözümü.
Yılana asa gerek, asaya Musa.
Ay ile deniz, ışık ile dalga, yer ile gök, yılan ile asa...
Yol yürüyene açık, menzil sa'y edene yakın.
Yolun yolcusu yola çık!
Ve yolda bir Musa...

Kalemi masaya koydum, ışığı kapattım. Camdan süzülen ay ışığı odayı aydınlatıyordu. İçimdeki korku, yolumu gösteren, beni uyaran bir yılana; umudum ve inancım ise o yılanı terbiye eden, onu bir güce dönüştüren bir asaya dönüşmüştü. Artık çok daha net anlıyordum: Yola çıkan her yolcunun, en karanlık labirentlerinde dahi, onu aydınlatacak ve korkularından arındıracak bir Tuva ışığına, bir rehbere ihtiyacı vardı. Ve o akşam benim rehberim, divanda oturmuş, yüreğindeki nuru bana aktaran dedem olmuştu.