Eğer ağaçların dili olsaydı, ben çınarın sesi olurdum. Konuşmaya başladığımda kelimelerim toprağın hafızasından süzülür gelirdi. Köklerimden yükselen sözler, gövdemde biriken sayısız hikâyenin nefesi olurdu.

"Ben çınarım; adım sabır, şeklim teslimiyet, hikâyem vuslattır."

Bizim sükûtumuz, kelimelerin taşımaya gücünün yetmediği manaların sığınağıdır. Rüzgâr tercümanım, yağmur bestecim, kuşlar ise habercimdir. Eğer doğrudan konuşabilseydim, gölgemde soluklanan insanlara "Sesime kulak ver, ey yolcu..." derdim.

Yaz sıcağında alnındaki teri silen gezgine, bedeninde hissettiği serinliğimin ruhundaki karşılığını sorardım. "Bilir misin," derdim, "seni neden böyle kuşatıyorum? Sırtını dayadığın bu gövde yüzyılların biriktirdiği sabrın sonucudur."

İnsan gölgenin kıymetini bilse de, sabrın dilini unuttu. Ben ona, gölgenin aslında gönülde taşınan merhamet olduğunu, kendimin ise onun yeryüzündeki tezahürü olduğumu fısıldardım.

İlkbaharda tomurcuklanırken, hayatın bitmeyen tazeliğini hatırlatırdım. Her açan yaprağımda bir diriliş destanı okunurdu: "Bak," derdim, "Her sonbaharda ölüyor gibi dökülüyorum, ama her bahar yeniden ve daha gürleşerek can buluyorum."

Ancak asıl sözüm, hazan vaktinde dökülürdü yapraklarımdan. İnsanların hüzünlendiği o altın sarısı sonbaharda, kendi hakikatimi fısıldardım.

"Görüyor musunuz sararan yapraklarımı?" diye sorardım güneş çekilince beni unutanlara. "Onlar toprağa karışmaya, özlerine dönmeye gidiyorlar. Bu bir yok oluş değil, tamamlanıştır." Zira biz ağaçlar biliriz ki; daldan kopan yaprak ölmez, doğduğu toprağı besler ve oradan yeniden hayat bulur.

Kış geldiğinde, elbisesini toprağa vermiş dallarımı göğe uzatır, en saf halimi sergilerdim. "İşte," derdim, "en hakiki halim budur. Yapraklarım gitti, süslerim döküldü, gölgem kayboldu. Geriye sadece özüm ve sükûtum kaldı."

İnsana öğüt vermem gerekse derdim ki; ara sıra siz de bir derviş gibi, unvanlarınızdan, hırslarınızdan ve süslerinizden arınıp, sadece "kendi" olarak kalabilmelisiniz ayazın ortasında.

Bir gün elinde baltayla biri çıkagelse karşıma, korkuyla değil, derin bir sükûnetle konuşurdum:

"Gövdem baltan karşısında korumasız ikimiz de bunun farkındayız" derdim. "Zor da olsa beni devirebilirsin. Ama köklerimde saklı asırlık hikâyemi, toprağa yazdığım tarihi silebilir misin?

Ben çınarım; adım sabır, şeklim teslimiyet, hikâyem vuslattır."

Eğer bir çınarın dili olsaydım, şüphesiz bu çağın en büyük hastalığına, o bitmek bilmeyen "aceleciliğine" seslenirdim.

"Siz insanlar," derdim, "hep bir yerlere yetişme telaşındasınız. Oysa biz ağaçlar, olduğumuz yerde durarak, derinleşerek ve sabırla göğe yükselmeyi öğrendik. Gerçek büyüme, aceleyle değil, sebatla olur."

Belki de biz bu yüzden sessizliği seçtik. Siz biraz durun, soluklanıp nefes alın diye. Çünkü siz sükûtu seçtiğinizde, gürültülü hayatın içinde kaybolan kendi köklerinizin sesini duyacaksınız. O ses ki, size aslında hiç gitmeyecekmiş gibi görünen her şeyin geçici, fakat görünmeyen şeylerin kalıcı olduğunu fısıldayacak.

Benim adım çınar derdim. Kökleriyle toprağa, dallarıyla göğe, yapraklarıyla zamana tutunan ağaçlardan biriyim. Durup gölgemde dinlenmeyi ve dinlemeyi isterseniz; benim hikâyem size sabrı, teslimiyeti ve kavuşmayı anlatır.