Sevgi, insan ruhunun en temel ve çetrefilli arayışlarından biridir. Bazen varoluşsal bir boşluğu dolduran, bazen de bu boşluğu daha görünür kılan bir güç olarak tecrübe edilir. İnsan, sevilmek ister; çünkü sevilmek, var olduğunun fark edilmesi, kabul edilmesi ve değerli bulunması demektir. Bu yönüyle sevgi, bir lüks değil, fıtratın derinlerine yerleştirilmiş bir ihtiyaçtır.
İslam inancında sevginin nihai kaynağı ve en yetkin tecellisi, Allah’ın Vedûd isminde açığa çıkar. Vedûd (الودود), “çok seven” ve “çok sevilen” demektir. Bu isim, sevginin tek yönlü bir akış olmadığını; kaynağı, muhatabı ve karşılığı olan bir ilişki biçimi olduğunu hatırlatır. Allah, sevginin kaynağıdır; insan ise bu kaynaktan nasiplenmeye çağrılmış bir muhataptır.
İnsanın sevgi tecrübesi de bu ilahi ilişki modelinin bir yansıması olarak, iki eğilim arasında şekillenir: Pasif bir beklenti olarak sevilme arzusu ve aktif bir eylem olarak sevebilme yetkinliği. İnsanın manevi ve psikolojik olgunluğu, bu iki yüz arasında kurduğu dengeyle doğrudan ilişkilidir.
I. Sevilme Arzusu: Eksiklik, Yaralanmışlık ve Bağımlılığın Sessiz Döngüsü
Sevilme arzusu, çoğu zaman insanın içinde hissettiği bir eksiklikten değil; eksik bırakılmışlıktan doğar. Tanınmamış, görülmemiş, korunmamış ya da yeterince sevilmemiş bir benlik, sevgiye sadece yönelmez; ona tutunur. Bu durumda sevilmek, bir paylaşım değil, bir varlığın ispatı haline gelir.
Sevilme arzusunun bu biçimi, kişiyi farkında olmadan edilgen bir konuma yerleştirir. Kişi, kendi varoluşsal açlığını başkasının ilgisiyle doyurmayı bekler. Bu bekleyiş, ilk bakışta masumdur; hatta anlaşılırdır. Ancak sevgi, içsel bir dayanağa kavuşmadığında, dışarıya bağımlı hale gelir.
Böyle bir ilişkilenme biçiminde sevgi, bir armağan olmaktan çıkar; sürekli temin edilmesi gereken bir onaya dönüşür. Tıpkı sosyal medyada beğeni sayısıyla değerini ölçen bireylerde olduğu gibi, kişi sevilmeyi bir borç gibi talep etmeye başlar. Sevilmek için kendini ispatlama çabası arttıkça özgünlük yıpranır ve benlik, başkalarının tepkilerine göre şekillenen kırılgan bir yapıya dönüşür.
Zamanla bu kırılganlık, talepkâr bir dile evrilebilir: “Beni sev ve bunu bana sürekli göster.” İşte bu noktada sevilme arzusu, insanı besleyen bir ihtiyaç olmaktan çıkar; ilişkileri yoran, benliği tüketen toksik bir döngüye dönüşür. Asıl sorun, sevilmek istemek değil; öz-değeri bütünüyle dışarıya emanet etmektir.
II. Sevebilme Yetkinliği: Özgürlük, Disiplin ve İçsel Doluluk
Sevginin ikinci yüzü, onu aktif bir eylem olarak yaşayabilme kapasitesidir. Sevebilme yetkinliği, sevginin yalnızca hissedilen değil, irade ile taşınan bir sorumluluk olduğunu kabul eder. Ancak burada ince bir ayrım vardır: Vermek, her zaman sevmek anlamına gelmez. Kimi zaman verme eylemi, gizli bir beklentinin kılıfı olabilir. “Eğer yeterince verirsem, vazgeçilmez olurum” düşüncesiyle yapılan fedakârlıklar, sevginin değil; terk edilme korkusunun ürünüdür. Bu, sevilme arzusunun daha incelmiş, daha faal ama hâlâ bağımlı bir tezahürüdür.
Hakiki sevebilme yetkinliği ise herhangi bir insan garantisine dayanmaz. Kaynağını Vedûd olan Allah’tan alır; bu yüzden karşılık şartına ihtiyaç duymaz. Bu yetkinlik, içsel bir doluluk gerektirir. Kırılmış bir kalbin yeniden güvenmeyi denemesi, yorgun bir ruhun merhametini koruması, bencilliğin gölgesinde cömertliği sürdürmesi kolay değildir. Bu yol, romantik değil; çetin bir terbiyedir.
Erich Fromm’un ifade ettiği gibi sevgi, gelip geçen bir duygu değil; öğrenilen bir sanattır. Bilgi, sorumluluk, özen ve saygı ister. Mevlânâ’nın “Hamdım, piştim, yandım” sözü, bu sürecin benliği dönüştüren yakıcı niteliğini anlatır. İnsanın imtihanı, çoğu zaman sevgiye ulaşamaması değil; sevebilme yeteneğini yitirmesidir.
III. Sentez ve İlahi Vaad: Yetkinlikle Gelen Karşılık
Olgun sevgi, sevilme arzusunun inkârı değil; onun dönüştürülmesidir. Sevilmek istemek fıtrîdir. Ancak manevi olgunluk, sevginin yönünü yalnızca dışarıdan içeriye çeviren pasif bir bekleyişten, içerden dışarıya akan aktif bir sunuma dönüştürebilmektir.
Bu dönüşümün ilahi vaadi, Kur’an-ı Kerim’de açıkça ifade edilir:
“Şüphesiz iman edip de sâlih ameller işleyenler için Rahmân, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)
Bu ayet, sevginin talep edilerek değil; yaşanarak çoğaldığını bildirir. İnsan, iman ve sâlih amel yoluyla aktif bir sevgi öznesi haline geldiğinde, Rahmân onun için dış dünyada bir kabul ve muhabbet yaratır. Böylece kişi, sevebilme yetkinliği sayesinde kendi sevilme açmazını çözer. Arzulanan sevgi, bir hak olarak değil; bir lütuf olarak geri döner.
Son Söz: Talep Değil Teklif, Boşluk Değil Kaynak
O halde sevgi imtihanımız, onu bir talep diliyle mi yoksa saygı ve özgürlük içeren bir teklif olarak mı yaşadığımızda düğümlenir. Gerçek sevgi, ne kendini ispat çabasıyla zorlanan bir fedakârlık ne de başkasını dönüştürmeye çalışan bir müdahaledir. O, hem verenin hem alanın özgünlüğünü muhafaza eden dengeli bir eylemdir.
Asıl mesele, başkalarının ne yapıp yapmadığıyla meşgul olmak değil; bize emanet edilen kalbi, yeteneği ve imkânı nasıl kullandığımızdır. İnsan, kendi işine baktığında, kendisine verilen özellikleri geliştirip doğru iş ve davranışla (sâlih amel) yol aldığında, sevgi de yerini bulur. Sevilmeyi talep ederek değil; iyiliği çoğaltarak, incitmeden ve karşılık hesabı yapmadan yaşadığında… İşte o zaman Rahmân, insanın gönlüne bir huzur, çevresindeki gönüllere de ona karşı bir muhabbet yerleştirir. Çünkü sevgi, bekleyerek ya da beklenerek değil; samimi hayatın içinde, fark ettirmeden çoğalır.
Zübeyde KÖSEBALABAN