Ne zaman ikindi vakti deniz kıyısında yürüsem, içim hafifler. Rüzgârın esintisi, dalgaların usul usul fısıltısı, düşüncelerimi başka diyarlara taşır. İçimi saran latif duygularla yürürken gözüm kumların arasındaki bir taşa takıldı. İstemsizce eğilip aldım. Avucumdaki taş, çözülmeyi bekleyen eski bir bilmecenin sessiz bekçisi gibiydi. "Ne garip," dedim içimden. "Bir zamanlar keskin hatları vardı belki de… Yazık! Dalgalar, vura vura, törpüleye törpüleye onu böylesine pürüzsüz kılmış olmalı."

Zihnimin kıvrımlarındaki sorular, girdikleri labirentten çıkmaya çalışıyordu. O sırada kıyıya yakın bir kayanın üstünde oturan yaşlı bir kadın ilişti gözüme. Başında solmuş bir yazma, yüzünde güneşin ve yılların işlediği ince çizgiler… Elinde benimkine benzemeyen, köşeli bir taşı parmaklarının arasında ağır ağır döndürüyordu. Gözleri bir süre elimdeki taşa takılı kaldı. Sonra gözlerini gözlerime kilitledi, hafifçe gülümsedi.

“Taş mı topluyorsun evladım?” dedi. Sesi rüzgâra karışan bir fısıltı gibiydi. Dişlerinin yokluğu yüzüne tuhaf bir sevimlilik vermişti.

Yanına oturdum. Avucumdaki taşı gösterdim.

“Ne kadar da aşınmış… sabırla işlenmiş gibi.” dedim.

Yaşlı teyze bakışlarını denize çevirdi.

“Öyledir,” dedi. “Su her şeyi yontar. Taşı da, insanı da.”

Elindeki köşeli taşı avucunda tarttı, yüzeyini yokladı.

“Gençken insanın kenarı köşesi boldur,” diye devam etti. “Dişi de, sözü de keskindir. Kırar, incitir, fark etmez. Ama hayat… Biraz kayıp, biraz hasret, biraz suskunluk derken, yavaş yavaş aşındırır insanı. Kendi sertliğinden utanmaya başlar bir gün.”

Yüzünde yorgun ama yumuşak bir gülümseme belirdi.

“Evladım,” dedi, “cam kırığını bilirsin ya… İlk kırıldığında battığı yeri kanatır. Ama deniz kenarındaysa o cam, yıllarca dalgalar vurmuşsa ona, yavaş yavaş keskinliğini kaybeder, pürüzsüzleşir. Kimseyi kesemez artık. İnsan da öyle değil mi? İçindeki kırık parçalar yaşadığı fırtınalarda dalgalanan duygularına çarpa çarpa yumuşar. Yaraları kabuk bağlar, bilgeliğin izlerine dönüşür.”

Taşı avucumda döndürdüm. Söyledikleri içime işliyordu.

“İnsan aşındıkça mı büyür teyze?” dedim.

Yaşlı kadın başını salladı, gözlerini engin mavilikten ayırmadan. "Bir vakitler ben de gençtim," diye mırıldandı. "Işıl ışıl dişlerimi gösteren gülüşümü pek severlerdi. O vakitler tuttuğunu koparan, korku salan biriydim. Kimse önümde duramaz, yoluma taş koyamazdı. Gel zaman git zaman, dişlerim aşınırken ruhumun da törpülendiğini fark edemedim. Evladım, dişlerin hala taş gibiyken gönlünden geçenleri iyi dinle. O anlık bir nefes gibidir, gelir geçer. Sonrasında o keskinlik diner, izleri kalır. Ne vakit ki gönlün susar, işte o zaman izler konuşmaya başlar."

Elindeki keskin, köşeli taşı bir süre daha avucunda tuttu. Gözleriyle süzdü, parmaklarıyla yokladı.

“Yolun açık, dalgalar yoldaşın olsun güzel taş,” dedi. “Su seni aşındırsın, sertliğin gitsin. Gönlün pürüzsüzleşsin.”

Ve taşı suya bıraktı. Küçük bir halka açıldı. Taş gözden kayboldu.

“Her taş suya düşerken bir dua taşır yanında,” dedi kalkarken. “Bazısı arkasından sessizlik bırakır, bazısı narin bir ses.”

Avucumdaki taş adeta canlanmış, geçmişin derinliklerinden bir şeyler söylemek ister gibiydi.

“Seni böyle pürüzsüz yapan nedir? Sivriliklerin, köşelerin nerede? Kırıklar görüyorum bedeninde. Rengin, aslın bozulmamış… Lakin kimsenin elini ayağını kesmez, kenarında köşende kir barındırmaz olmuşsun. Belli ki uzun yollardan gelmişsin. Konuş benimle, hikayeni dinlemek isterim.” dedim.

Taş sükûta durmuştu. Ama teyzenin tebessümü, duyulmamış bir cevabın işaretiydi. Hafifçe mırıldandı.

“Hikayem hikayendir, dinlemek istersen gönlüne bak.”

Denizin sesine kulak verdim. Dalgalar, sanki şu sözleri fısıldıyordu:

“Aşınmayan gönül var mıdır dünyada? Can yanmadan gönül pürüzsüz olur mu?”

Yaşlı kadın, eğilip yerden bir cam kırığı aldı. Rüzgâra tutarak “Yolun seni kalbi selime ulaştırsın." dedi. “Yandığın yerden temizlenir, yaktığın yerden aşınırsın. Yol çetin, menzil uzak. Yola çıkan ile menzile varanın farkını anlar isen, baktığın ben olurum, gördüğün sen!”

Yılların ve birikmiş anıların yorgunluğunu kuşanmış teyze, usulca doğruldu, denize arkasını döndü.

“Evim beni bekler,” dedi. Ve ekledi.

“Dişlerin taş gibiyken, gönlün su gibi olsun evladım…”

Yaşlı teyze ağır ağır uzaklaşırken, gün batımı denizi kızıla boyuyordu. Avucumda tuttuğum artık sıradan bir taş değil, yoluma çıkan bir yoldaş olacaktı. Ne zaman elime alsam, dişsiz teyzenin sıcacık gülüşüyle aydınlanan yüzünü, taşı uğurlarken fısıldadığı duayı ve kendi içimdeki dönüşümü hatırlatacaktı bana.