İnsan zihninin en temel özelliklerinden biri, doğadaki düzeni gözlemleyip çıkarımlar yapma yeteneğine sahip olmasıdır. Bu yetenek, insanın dış dünyayı anlamaya yönelik teknolojiler üretmesine de yol açmıştır. Fotoğraf makinesi, bu gelişimin bir örneğidir ve doğrudan göz ile ilişkilidir. Fotoğraf makinesinin yalnızca bir teknik nesne olmanın ötesinde, görmenin ve anlamanın doğasına dair önemli bilgiler sunduğunu sıkça hatırlamamız gerekir.
Fotoğraf makinesi, görsel hafızayı saklama çabasındadır; insanın sürekli olarak gördüğü her şeyi kaydetme isteğiyle şekillenir. Göz, çevresini sürekli olarak algılar, oysa fotoğraf makinesi yalnızca belirli bir anı yakalar ve sabitler. Göz, hareket halindeyken fotoğraf makinesi durağan bir anı ölümsüzleştirir. İşte bu farklılık, göz ile fotoğraf makinesi arasındaki temel ayrımı oluşturur.
Ancak, gözün görmesi ve fotoğraf makinesinin işleyişi benzer bir ilkeye dayanır. Her ikisi de kadrajına giren dünyayı algılar; ne var ki, bu algılama sabit değil, dinamik ve seçicidir. İnsan gözünün manzarayı algılarken yaptığı seçimler, zihinsel durumumuzu, ilgi alanlarımızı ve geçmiş deneyimlerimizi yansıtır. Göz, her ayrıntıyı net bir şekilde görmek yerine, sadece dikkatini çeken unsurlara odaklanır. Fotoğrafçı da benzer şekilde, bir sahneyi kaydederken yalnızca belirli bir odak noktasına yönelir; geri kalan unsurlar bulanıklaşır.
Göz, görsel algılamada yalnızca bir araç değil, aynı zamanda bireyin iç dünyasıyla dış dünyayı ilişkilendiren bir “köprüdür.” Bu durum, bakmak ve görmek arasındaki farkı anlamamıza yardımcı olur. Bakmak, yüzeysel bir eylemdir, genellikle bir çaba gerektirmez. Oysa görmek, bilinçli bir tecrübe, derinlik ve kavrayış gerektirir. Bakmak, anlık bir algıdır; görmek ise bu algıyı bir hikâyeye dönüştürmektir. Hiç kimsenin hikâyesi bir diğerine benzemediğinden hikâye anlatıcıları kıymetlidir; onlar kendi hikayelerini aktarırken başkalarının yaşamına da dokunurlar.
Yıllar önce, Ankara’nın soğuk bir ayaz gününde, evden çıkarken havadaki soğukluğu fark edememiştim. Durakta beklerken içim titriyordu. Karşıdan gelen bir kadın, kıyafetinin kalınlığından olsa gerek, kadrajıma girmiş, odağıma oturmuştu. Göz göze geldik, selamlaştık. Bindiğimiz araçta yan yana oturduk. Titrememden etkilenmiş olacak ki, üzerindeki kalın şalı çıkarıp, “Üşümüşsün yavrum,” diyerek beni sardı. Gençtim. Ne ara başımı kadının omuzuna koyduğumu, kadının konuşmaya nereden başladığını, benim neden hiç konuşmadığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım, “Benim adım Ayşe,” diyerek başladığı hayat hikâyesinin içimde oluşturduğu sıcaklıktı. Gözümden akan yaşları silerken, o derin bir iç çekerek, “Yaşadığım zor günler geride kaldı, çok şükür Rabbime,” dedi. Sonra bana, “Kızım, ben hiçbir zaman ümidimi kaybetmedim. Allah’tan ümit kesilmez, gece gündüz dua ettim. Allah sabreden kullarını sever; sabrın sonu selamettir,” dedi. Ayrılık vakti geldiğinde, Ayşe abla elimi tuttu. “Bak kızım, şimdi sana söyleyeceğim duayı hiç unutma,” dedi.
“Allah’ım, hakkıma giren, beni üzen tüm insanlara hakkımı helal ediyorum, onları affet. Hakkına girdiğim insanların da beni affetmesini ve bana olan haklarını helal etmelerini onlara ilham et. Bu dünyadan kul hakkından arınmış olarak ahirete göçmeyi bana nasip et,” diyerek duasını bitirdi. “Bunu nasıl aklımda tutarım, keşke yazabilsem,” diye düşünürken, Ayşe abla elimden tuttu ve “Haydi, şimdi tekrar et,” diyerek beni yüreklendirdi. Vedalaşırken kulağıma, “Ruhlar aleminde tanışanlar, bu dünyada karşılaştıklarında yabancılık çekmezlermiş kızım,” diye fısıldadı.
O gün Ayşe abla ile yaşadığım deneyim, bakmak ile görmek arasındaki farkı anlamamı sağlamıştı. Konuşmasında geçen “sabır, şükür, dua, ümit, kul hakkı” kelimeleri, bir haritanın kavramsal yol işaretleri gibiydi. Bu işaretleri takip edenlerin menzilinde “affetme ve affedilme” onları bekliyordu. Hissettiklerim, “görme” sürecinin de ötesine geçmişti. O, bir fotoğraf sanatçısıydı. Beni odağına almakla kalmamış, iç dünyamdaki manzaraya bakmış, odak noktamı keşfetmişti. Sözleriyle sadece kendi hikâyesini anlatmakla kalmamış, aynı zamanda içsel dünyamı dönüştüren bir bakış açısı sunmuştu. Yaşadığım bu tecrübe, yalnızca fiziksel bir etkileşim değil, zihinsel ve duygusal bir bağlantıydı. Onun öğrettiği dua hayat hikâyemi değiştiren, insan ilişkilerine dair algımı dönüştüren yeni bir öğretiydi.
“Sonra bir zaman gelir, insan değişir ve her şeyi bambaşka görmeye başlar,” diyor John Steinbeck, Gazap Üzümleri’nde… Bakmak, yüzeysel bir gözlem, anlık bir algıdır; oysa görmek, derinlemesine bir farkındalık, anlam arayışı ve içsel bir dönüşümdür. Fotoğraf çekme eylemi de bakmak ile görmek arasındaki bu ince farkı somutlaştıran bir süreçtir. Bir fotoğrafçı, sadece kadrajındaki odak noktasını yakalamakla kalmaz, aynı zamanda o fotoğrafı iç dünyasında anlamlandırır. Çektiği fotoğrafla yalnızca bir görüntü sunmaz, duygularını, hikâyelerini ve yaşanmışlıklarını da o kareye taşır.
Bazen, bir insan fotoğraf sanatçısı gibi hayatımıza girer, gönül gözüyle gördüklerini anlatır, bize asıl görmemiz gerekeni hatırlatır. O, anlattıklarıyla odak noktamızı değiştirir ve dünyayı farklı bir açıdan görmemizi sağlar. Görebilmek, görülenin ötesine geçmeye cesaret etmektir; bakmak ise, o eşiği aşabilmenin ilk adımı.