Bir hadis-i şerifte önceki ümmetlerden yolculuğa çıkan üç kişinin kıssasından bahsedilir. Bunlar yola çıkarlar fakat yağmura yakalandıkları için bir mağaraya girmek zorunda kalırlar. Mağaraya girdikten sonra yağan yağmurun da etkisi ile toprak kayması olur ve mağaranın önünü büyük bir kaya kapatır ve içeride kalırlar. Nasıl çıkabileceklerinin yollarını ararlarken: “Bizi, yaptığınız iyilikleri vesile edinerek Allah’a dua etmekten başka hiçbir şey kurtaramaz.” derler .
Daha sonra her biri sadece Allah rızası için yapmış olduğu amellerini zikrederek Allah’tan kendilerini kurtarması için dua ederler.
Birincisi anne-babasına gösterdiği saygı ver hürmeti anlatır. Ailede, önce anne ve babasını doyurduğunu, bir defasına eve geç geldiği için anne-babasının uyuya kaldıklarını, onları uyandırmayıp uyanıncaya kadar elinde sütle beklediğini, onların geç saatlerde uyanması ile onları doyurduğunu ve bunu da sadece Allah rızası için yaptığını, bu amelinin Allah katında kabul olmuş bir amel ise onun vesilesi ile kendilerini bu mağaradan kurtarmasını ister. Bunun üzerine kaya biraz açılır ama çıkmak için yeterli olmaz.
İkinci kişi ise amcasının kızını ile nikâhsız olarak birlikte olmak istediğini, ama onun buna yaklaşmadığını, bir kıtlık sebebi ile aç kalan amcasının kızına para karşılığında yaklaşmak istediğini, kızın takvalı tutumu karşısında kendi yaptığından utanarak pişman olduğunu, kıza ve ailesine yüklü miktarda karşılıksız olarak maddi yardımda bulunduğunu, bunu da sadece Allah rızası için yaptığını, bu amelinin Allah katında kabul olmuş bir amel ise onun vesilesi ile kendilerini bu mağaradan kurtarmasını ister. Bunun üzerine kaya biraz daha açılır ama çıkmak için yeterli olmaz.
Üçüncü kimse ise bir işçisi ile olan hikâyesini anlatır. İşçisinin işini yaptığını ama ücretini de almadan gittiğini, kendisinin o ücret ile işçisi adına koyun aldığını ve o koyunların yıllar içerisinde bir sürü haline geldiğini ve daha sonra işçisinin ücretini istemeye geldiğinde bütün sürüyü ona teslim ettiğini, bunu da sadece Allah rızası için yaptığını, bu amelinin Allah katında kabul olmuş bir amel ise onun vesilesi ile kendilerini bu mağaradan kurtarmasını ister. Bunun üzerine kaya biraz daha açılır ve oradan çıkarlar. (Buhârî, Büyû’: 98)
İnanan insanın yapması gereken şeylerden birisi de inanç ve amel muhasebesidir. Sık sık geriye doğru dönerek inanç ve amel noktasında hangi noktada olduğunu hesaba çekmelidir.
Çok gerilere gitmeye gerek yok, 20-30 yıllık geriye gidip ogünkü hayatımızla bugünkü yaşantımızı karşılaştırdığımızda geldiğimiz nokta çok net bir şekilde açığa çıkacaktır.
Hadi-i şerifte ifade edildiği gibi bir gün bizim başımıza da benzer bir hadise gelse, bir sıkıntıya düşsek ve o sıkıntıdan kurtulmak için bir amelimizi vesile kılmamız istense acaba hangi amelimizi söyleyebileceğiz. Gösterişten uzak, tamamen Allah’ın rızasını gözeterek yaptığımız hangi amelimizi zikredebileceğiz.
Müslüman olmayan birisi gelse ve: “Ben Müslüman olmaya karar verdim. Kendime örnek alabileceğim birilerini arıyorum. Seni örnek alabilir miyim?” dese o kimseye nasıl bir cevap verebiliriz. Veya “bana örnek olabilecek, tamamen Allah’ın rızasına uygun bir amelini söyleyebilir misin? Onu ben de senden gördüğüm şekilde yapayım” dese, o kimseye hangi davranışımızı örnek almasını söyleyebiliriz.
Müslüman olup tesettüre girmeye karar vermiş bir Bayan, Müslüman kızlarımızın olduğu bir topluluğa gelse ve “ben tesettüre girmek istiyorum. Kur’an ve sünnetin emrettiği şekilde örtünmek istiyorum. Fakat bunu tam olarak bilmediğim için sizleri örnek almak istiyorum.” Dese, bu kızımıza örnek olarak kaç kızımızı gösterebiliriz.
Müslüman bir topluma gelen bir gayr-i müslim: “Ben Müslümanların ticaret yaptığı bir toplumda İslami ölçüler çerçevesinde ticaret yapmak istiyorum. Bu konuda bana hangi tüccarı örnek gösterebilirsiniz” dese, bu kimseyi hangi tüccarımıza yönlendirebiliriz. Ticaretinde yalan söylemeyen, haram ve helal ölçülerine dikkat eden, ölçüsünde ve tartısında adaletten ayrılmayan hangi tüccarımızı örnek olarak sunabiliriz.
Bu örneklerimizi çoğaltabiliriz. İyi bir işveren, iyi bir doktor, iyi bir öğretmen, iyi bir idareci, iyi bir esnaf, iyi bir memur olmak isteyenlere gösterebileceğimiz örneklerimiz var mı?
Rüzgârın ve akarsuyun önündeki kara parçası gibi her gün erozyona uğruyoruz. Her geçen gün bir şeylerimizi kaybediyoruz. Bir zamanlar yokluk dönemindeyken daha samimi Müslümanlardık. Malımız yoktu, makamlarımız yoktu, iktidardan uzaktık ama sağlam inanç ve samimi amellerimiz vardı. Belki o halde iken mağara ashabı gibi bir mağarada hapis kalsa idik zikredebileceğimiz bazı amellerimiz vardı. Ama imkânlarımız genişledikçe duygularımız da geriledi. İnfak etmenin gerekliliğini her fırsatta dile getirirken para ile tanıştıktan sonra zekât vermemenin yollarını arar olduk. Zekât vermenin yollarını değil de bizleri zekât vermekten muaf kılabilecek şeylerin yollarını aramaya başladık.
Para ile tanışmadan önce Ebu Zer gibi son derece sade bir yaşantımız olmasını savunurken zenginleştikten sonra “Müslüman en iyisine layıktır” diyerek lüks yaşamlarımızı dinimize uydurmaya çalıştık.
İktidardan ve makamlardan uzakken “mülakat değil, liyakat esastır”, “emanetler ehillerine verilmeli” derken elimize imkânlar geçmeye başladıktan sonra “kendi adamımı getirmesem bu makamlara daha kötü ve inançsız kimseler gelir” kılıfının arkasına sığınarak olmasını iddia ettiğimiz değerlerden kendi isteğimizle vazgeçtik.
Kaybettik ve kaybetmeye de devam ediyoruz. Sonradan tanıştığımız zenginlikler, lüks yaşam şekilleri, mevki ve makamlar bizlere kendi nefislerimiz unutturdu. Kendi nefislerimizi hesaba çekerek düzelmek yerine yaptığımız yanlışlara kılıflar bulmaya çalıştık. Ara ara yaptığımız yanlışlar zamanla çoğalmaya başladı. Belli bir zaman sonra bu yanlışlar doğrularımız haline geldi. O yanlışları doğru olarak göremeye başladık. Sürekli işlemeye başladığımız bu yanlışlar belli bir zaman sonra düşüncemiz haline geldi. Sonrasında ise maalesef ve maalesef inancımız şekline dönüştü. İnandığımız gibi yaşayamadık ama yaşadığımız gibi inanmaya başladık.