Asıl ismi daha kısa yani tek kelime olmasına rağmen biz ortaokul yıllarında fen bilgisi öğretmenimizi bu adla tanımıştık. Afşin İmam Hatip Lisesi ortaokuluna başladığım 1979 yılında; okulumuz birisi şu an yıkılmış olan Afşin Hükümet Konağı’nın karşısında, diğeri Ashab-ı Kehf Külliyesine giden yola bakan, bahçeleri ortak olan iki katlı iki ayrı binadan müteşekkildi. Şu anda bu binaların yerinde Ashab-ı Kehf Camii ve Külliyesi inşa edilmiş bulunuyor.

İmam Hatip Ortaokuluna kayıt için Çoğulhan Ortaokulu’ndan tastiknameyle geldiğimde, ortaokul kısmının müdür yardımcısı Enver Bey’e yönlendirildim. Müdür yardımcısının odasının kapısı açıktı ve öğretmen olduğunu tahmin ettiğim birisiyle konuşuyordu. Anladığım kadarıyla öğretmen, müdür yardımcısından hangi sınıfların dersine gireceğine dair bilgi alıyordu. Benim elimde bir kağıtla beklediğimi görünce, “Gel bakalım sen ne istiyorsun delikanlı” dedi, Enver Hoca. Kayıt için geldiğimi söyleyip elimdeki evrakı uzattığımda, gözlüğünün üstünden önce bana, sonra evraka baktı. Kısa bir an duraladıktan sonra: “Sen yeni mi geliyorsun okula?” dedi. Çoğulhan Ortaokulu’ndan geldiğimi söylediğimde, benden aldığı belgenin üzerine birşeyler yazıp, “Sen şimdi 6A sınıfına gideceksin” dedi ben de odasından ayrıldım.

6-A sınıfı, okulun Afşin Hükümet Konağı tarafındaki binasının birinci katında, ince uzun koridorun sonundaydı. Sınıfa girdiğimde ders başlamış ama sınıfa henüz öğretmen gelmemişti. Şansıma bizim kasabadan Şuayıp ve Ömer Ali de bu sınıftaydı. İçeri girdiğimde sınıf arkadaşlarım kendi aralarında sohbetteydiler. Boş yer var mı diye sınıfa göz gezdirdiğimde sıraların tamamında üç öğrenci oturuyordu. Ben de çaresiz Ömer Ali’nin bulunduğu sıraya dördüncü kişi olarak oturdum. Birazdan sınıfa bir öğretmen geldi. Hepimiz ayağa kalktık. Dersimize gelen hoca meğer az önce müdür yardımcısının odasında gördüğüm fen bilgisi öğretmeniymiş.

Öğretmen kendisini kısaca tanıttı. MeğerTanır Kasabası’ndanmış ve Afşin’e yeni tayin edilmiş. Ve okuldaki ilk dersi de bizim sınıfaymış. Sanırım daha önce başka bir şehirde öğretmenken ataması bu yıl bizim okula yapılmış. Öğretmen masasına en yakın olan arkadaşa ismini, ilçenin merkezinden mi yoksa köy yahut kasabasından mı olduğunu sormak suretiyle tanışmaya başladı. Arkadaşlar isimlerini söyledikçe, bazan onların adının kelime anlamıyla ilgili yorum yapıyor, bazılarına birilerini soruyor ve aldığı cevaplar üzerine tanışıklığını da ifade ediyordu öğretmen.

Ben, daha sonra öğrendiğime göre sınıfta değil tüm okulda hiçbir arkadaşta olmayan isme sahiptim ve bu anlamda belki de kendimi şanslı görüyordum. Fen bilgisi hocamız bu tanışma esnasında kitap okumayla aramızın nasıl olduğunu da öğrenmeye çalışıyordu anladığım kadarıyla. Tabi ben ilkokuldayken o tarihte Kemalettin Tuğcu’nun yazdığı çocuk romanları serisinin tümünü yani 35 kitabı, okulun kitaplığındaki diğer eserleri ayrıca mahallemizdeki arkadaşlardan aldığım kitapları da okumuştum. Bu tanışma sonunda anladığım kadarıyla kitap okuma yönüyle sınıf arkadaşlarımdan biraz öndeydim.

Bu husus Mahmut Tekin Hocamızın da dikkatini çekmiş olmalı ki ders bitiminde, kitap okumaya dair aramızda kısa bir konuşma oldu. İlerleyen haftalarda, teneffüslerde koridorda yahut okul bahçesinde kimi vakitler beş on dakika da olsa, çoğunluğu kitap içerikli görüşmelerimiz zamanla arttı. Hatta birinci dönemin sonuna doğru öğretmenimizle okul bahçesinde birlikte gezmeye bile başladık. O yıllarda orta birinci sınıf öğrencisi olarak bir öğretmenle okul bahçesinde adımlamak, kitaplardan fikir hayatından konuşmak benim için büyük bir onur olmakla birlikte, hocamız açısından da özveriydi. Hocam bu konuşmalar esnasında bana yeni kitaplar tavsiye ediyor, daha çok da kendisi getiriyordu okumam için. Okul bahçesindeki bu gezmeler elbette sınıf arkadaşlarımın ve üst sınıftakilerin dikkatinden de kaçmıyordu. Hatta sonradan öğrendiğime göre üst sınıftaki bazı öğrenciler arasında öğretmenin küçük kardeşi olduğumu düşünenler de varmış.

Başlangıçta ortalama 100 ile 150 sayfa arasında hacmi olan kitaplar getiriyordu öğretmenim. Ben bunları çoğu kere aynı akşam okuyup bitiriyor ve ertesi gün kendisine iade ediyordum. Öğretmenim önceleri getirdiği kitapları kısa bir sürede okuyup okumadığımı sınamak için mi yoksa anlayıp anlamadığını öğrenmek için mi bilmem, içeriğiyle ilgili sorular soruyor yahut kimi zamanda okuduklarımı değerlendirmemi istiyordu. Haftada iki veya üç gün teneffüslerde ya da öğle tatilinde okul bahçesini boydan boya adımlardım hocamla. Benim açımdan yıl içerisinde bu görüşmeler adeta klasikleşmişti. Bu yürüyüşlerde bazan okuduğum son kitabın kritiğini yapar bazan da derslerle ilgili sohbet ederdik.

Kimi zaman dersin öğretmeni izinli yahut raporla ise okul idaresi bahçeye çıkmamıza müsaade ettiğinde de Mahmut Tekin Hocamın dersi yok ise bu yürüyüşlerimiz devam ederdi. O yıl okulda biz birinci sınıftayken, en üst sınıf lise iki idi. Henüz okulumuz mezun vermemişti yani. İşte son sınıftaki ağabeyler bir gün okulun bahçesinde yer alan voleybol sahasında iki takım halinde basket maçı yapıyor biz küçükler de onları izliyorduk. Birden birisi arkamdan gelerek gözlerimi elleriyle kapattı.

Tabi ben biraz durup sınıf arkadaşlarımdan hangisinin gözlerimi kapattığını tahmin etmeye çalıştım. Bir iki isim söylememe rağmen muhatabım ne cevap veriyor ne de gözlerimi açıyordu. Tabi sinirlendim ve: “Yeter aslanım aç gözlerimi” diye kızgınlıkla bağırdım. Tabi bu arada gözlerimi kapatan ve çevremizdeki arkadaşlar gülünce, şaka yapanın Mahmut Tekin hocam olduğunu anladım. Bana hiç kızmadı, zaten bizim okulda bulunduğu üç yıl boyunca, hiçbir zaman bir öğrencisine kızdığını görmemiştim. Bu halin benim bildiğim tek istisna olarak, derslerine çalışmadığı için öğretmenin bunun sebebini sorması üzerine, soruya gerçeğe aykırı cevap veren bir arkadaşımızın kulağını çekmesiydi. Zaten o tarihte öğretmelerin öğrenciye verdiği asgari ceza “kulak çekme” idi.

Yıl içerisinde hocamla “arkadaşlığımız” ilerlemişti. Bazı günler okul çıkışında ilçede Aşağı Cami adıyla bilinen “Turabioğlu Camii’nin avlusundaki çay ocağında çay ısmarladığı da oluyordu. Bu dönemde öğretmenimin arkadaşlarından, aynı zamanda bazıları bizim de derslerimize giren, Şirzat Akın, Samettin Gözüaçık, Orhan Toksöz, Mehmet Paksoy, Ali İhsan Başer ile Fazlı Mercimek ve şu an ismini hatırlamadığım başkalarıyla da diğer sınıf arkadaşlarımdan farklı olarak, okul dışında da tanışıklığım vardı. Hatta Fazlı öğretmenin bizim kasabadaki ilkokulda görev yaptığını da bu şekilde öğrenmiştim. Yine bizim kasabadan öğretmen Hanifi Gül ile de arkadaş olduğunu o zaman duymuştum.

Öğretmenimiz fen bilgisi derslerinde konulara anlaşılır şekilde ve işin özünü kavrayacağımız şekilde anlatırdı. Örneklemelerde dinimizin pratik hayata dair kurallarına da atıf yapardı. Mesela, yer çekimi ve basınç konusunu anlatırken, bir bardak suyun üç yudumda içilmesi halinde mideye daha aç basınç uygulanacağından, sağlığımız da katkısı olacağını söylemişti. Suyun üç yudumda içilmesinin peygamber efendimizin sünneti olduğuna da vurgu yapması de konunun dini boyutuna dair bilgi olarak zihnimizde yer ederdi. Bu kabil açıklamalar dışında, kimi derslerde de sosyal içerikli kısa konuşmalar da yapardı hocamız. İlk derslerin birisinde bize “İhlas suresi”nin Türkçe anlamını okudu ve her bir ayetini tüm sınıf koro halinde (sınıf mevcudumuz 65 idi) hocamızla birlikte tekrarladık. Bu sureyi zaman zaman aynı şekilde birkaç kez daha sınıfta okuduğumuzu hatırlıyorum.

Fen Bilgisi derslerimizi işlerden sıkça karşılaştığımız “Madde yoktan var olamaz” şeklindeki cümleyi de hocamız bize, “Yaratıcı güç müstesna” ilavesiyle öğretmişti. Kendisi sanki okulumuzdaki meslek dersleri (imam hatip liselerinde Kur’an-ı Kerim, arapça, siyer, hadis, fıkıh, kelam akaid vb. dersler böyle anılırdı) hocalarımız gibi bilinçli şekilde yetişmemiz için gayret gösterirdi. Hatırladığım detaylardan birisi, bazı derslerde konu anlatımı ve sorularımız bittiği zaman Mahmut Tekin hocamızla birlikte, Asr Suresi’nin Türkçe anlamını sınıfta (1- Asra yemin olsun ki, 2- İnsan mutlaka ziyandadır. 3- Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.) hep birlikte marş okuyormuşcasına söylerdik. Bu şekilde ders işlemek hem hoşumuza gider hem de dersi ve öğretmenimizi bu ayrıcalıklı ders işlemesi nedeniyle ayrıca severdik.

Sürekli gülümseyen bir siması olan öğretmenimizin halası bizim kasabada olduğundan, zaman zaman benimle selam gönderirdi. Kimi konuşmalarımızda halasını görüp görmediğimi ve çocuklarını da sorardı. Zaten kendisi de Tanırlı olduğu için bizim kasabadan bazı aileleri tanıyordu.

Ben Fen bilgisi hocamı bir öğretmenden öte bir ağabey yahut akrabamızdan birisi gibi görüyordum artık. Hem onun bana getirdiği ve okuma serüvenimin şekillenmesine katkısı olan kitapları okuyor, hem de bu tanışıklık olmasa belki de, ulaşamayacağım Mavera gibi edebiyat dergisi ve başkaca eserleri, kolayca bulabiliyordum. Böylece birinci sınıfın neredeyse tamamında sadece Mahmut Tekin Hocamın bana getirdiği kitapları okudum diyebilirim.

İkinci dönemin sonlarına doğru hocamla görüşmelerimiz nispeten azalmaya başladı. Hocam; sebebini sonradan öğreneceğim bir olay sebebiyle, eskisi kadar okuldu bulunmuyor, dersi biter bitmez ayrılıyordu. Konuya dair bana bir açıklama yapmasa da, ben bazı hazırlıklar içerisinde olduğunu tahmin ediyordum. Nihayet yaz tatiline iki hafta kala bir ders bitimine öğretmenimiz, tüm sınıfı yaz tatilinde, (temmuz ayında) düğünü olacağını ve herkesi beklediğini söylediğinde tahminimde yanılmadığımı anlamış biraz da üzülmüştüm doğrusu.

Bu haberden bir hafta sonrasında pazartesi sabahı İstiklal Marşı töreninden sonra okul müdürümüz Celal Kara, düğünün tarihini ve mekanını da söyleyip, “Mahmut Tekin Hocanız tüm öğrencilerini düğününe bekliyor, haberiniz olsun” diye esprili bir duyuru daha yapmıştı. Tabi ben öğretmenimden düğünü için “ayrıca özel olarak davet edilmem gerektiği” düşüncesindeydim. Böyle bir davet almamış olmam sebebiyle başlangıçta alınganlık seviyesindeki tavrım sonradan kendisi farkına varmasa da benim açımdan küskünlüğe dönüşmüştü. Tüm bu hallerimden hocamın elbette haberi yoktu. Zira artık o düğün hazırlıkları sebebiyle dersleri dışında okulda eskisi gibi kalmıyor, akşamları da çoğu kere görüştüğümüz cami avlusundaki çay ocağına da gelmiyordu.

Öte yandan ben öğretmenimin evlenecek olmasını içten içe kıskanıyordum. Artık eskisi gibi benimle arkadaşlık eder mi diye endişeleniyor, okuldan çıkınca diğer öğretmenlerim gibi herhalde o da evine gider ve artık “arkadaşlığımız da sona ermiş olur” diye düşünüyordum.

Neyse bu arada okullar tatile girdi ve bizler de bir üst sınıfa geçmiş olduk. Yaz tatilindeyken, temmuz ayının sonlarına doğru, bizim kasabadan Hanifi Ağabeyin, yeğeniyle bana haber gönderip görüşmek istediğini söylemesi üzerine, bir öğle namazı çıkışında görüştük. Mahmut Tekin Hocamın arkadaşı olan Hanifi Ağabey, öğretmenimin hediyesi olarak bana gönderdiği çok güzel ve o tarihlerde ancak öğretmenlerde olan markalı bir tükenmez kalem verdi. Ayrıca düğününe gelmediğim için üzüldüğünü, diğer öğrencileri katılsa da benim düğünde olmamı arzu ettiğini söyleyip, neden katılmadığımı sordu. Tabi hocamın evlenmiş olmasını kıskandığımı ve beni düğününe özel olarak çağırmasını beklediğimi söyleyemezdim.

Yaz tatili bitip eğitim başladığında, Afşin Lisesinin Ashab-ı Kehf yolunda inşası tamamlanan yeni binasına taşınması, nedeniyle eski binasının da bizim okula tahsis edildiğini öğrendik. Okulumuzun biz orta ikinci sınıfa başladığımız yeni binası, geçen yıl bulunduğumuz yapıya göre biraz daha donanımlıydı. En başta kaloriferi ve fen bilgisi derslerinin bazı konularını işlediğimiz laboratuarı da vardı. Bu sebeple kış aylarında ders esnasında, müstahdemlerin ellerinde kovayla gelip sınıftaki sobalara kömür doldurup, uzun demir çubuklarla sobanın içini daha iyi yanması için karıştırmaları sebebiyle, ortalığı ağır bir kömür kokusu alması da artık tarihi olmuştu.

Bu arada birinci sınıftaki kadar olmasa da, okulda öğretmenimle konuşma ve görüşmelerimiz devam ediyordu. Ben o yıl ayrıca sınıf başkanı da seçilmiştim. İlk yıl ablam ve bir arkadaşıyla Afşin’de okul yakınında oturan, annemin dayısı Ömer Amcanın evinde kalmıştık. İkinci sınıfa geçtiğim yıl ise artık kasabadan ilçeye her gün gidip gelmeye başlamıştım.

Bu sebeple öğleyin yemeğini benim gibi kasaba ve köylerden sabah ilçeye gelip, akşam geri dönen arkadaşlarımla sınıfımızda yiyorduk. Hemen her gün okulumuzun yakınındaki fırından yarım ekmek, bitişiğindeki bakkaldan da 100 gram helva satın alır, kemali afiyetle öğle yemeğimizi yerdik. Bizim sınıfın bitişiği öğretmen odasıydı. Bir gün keyifle öğle yemeği yediğimizi gören meslek dersleri öğretmenimiz Ali İhsan hoca, öğle vaktinde evine gitmeyip bizim sınıfa/yanımıza misafir gelmiş ve birlikte helva ekmek yemiştik. Hatta diğer öğretmenler o gün evlerine yemeğe gitmeye hazırlanırken, Ali İhsan beyin kendileriyle gelmediğini görünce, “Hocam siz gelmiyor musunuz” dediklerinde; öğretmenim onlara: Hayır bugün yemekte Sezailere misafir olacağım. Dün sınıflarında öyle iştahla yemek yiyorlardı ki onlarla birlikte helva ekmek yemek istiyorum” demiş.

O yıl ortaokul ikinci sınıf öğrencisi olarak ilk yıla göre daha iyi şartlarda öğrenim görüyorduk. Zira sınıftaki öğrenci sayısı 35 yani neredeyse geçen yılın yarısıydı. Bir de bizim sınıfta kız arkadaşlarımız da vardı. Oysa ilk yıl onların okul binası ayrı bir yerdeymiş. Bizim okul yeni binasına taşındığında kızların okuduğu ek bina da kapandığından aynı okulda karma eğitime başlanmıştı. Haliyle ilk yılda olmayan bu yeni arkadaş grubuyla aramızda çekişme de vardı. Nitekim, sınıf başkanlığını kızlara kaptırmamak için erkek arkadaşları organize etmiştim.

Planım şu şekildeydi. Eğer biz erkek öğrencilerden tek aday çıkarsa, sınıf başkanlığını kesin kazanacaktık. Başkanlığı kızlara kaptırmamak için bu taktiği düşünmüştüm. Bunun bir sebebi de, okulun açıldığı ilk gün, sınıf öğretmenimiz kızlardan birisinin babası kendi arkadaşı/meslektaşı olduğundan onu geçici başkan olarak yapmış, yani sınıf başkanı seçimi yapılıncaya kadar “sınıf başkanı olarak atamıştı”. Tabi o tarihlerde teneffüs bittiğinde birinci zil ile öğrenciler sınıflara girer, ikinci zil çalınca da öğretmenler derse gelirdi. Şimdilerde bu iş nasıl acaba? İşte bu arada sınıfta gürültü yapanlar yahut arkadaşıyla konuşanlar olarak, hep biz erkeklerin isimleri tahtaya yazılırdı bu atanmış başkan tarafından. Tabi tahtada ismi yazılı olanları da derse gelen öğretmenimiz tarafından ikaz edilirdi. “Atanmış sınıf başkanımız” hiçbir zaman kız arkadaşlarının adlarını tahtaya yazmazdı. Biz erkekler de bu duruma içerlediğimiz ve ayrımcılığa tabi tutulduğumuz için mutlaka başkanlığı almalıydık!

Bu ve benzeri gerekçelerle sınıftaki erkek arkadaşlarımı, başkanlık seçimlerine tek aday halinde katılma konusunda ikna ettim. Peki başkan adayı kim olacaktı. Bu arada bir iki arkadaşın ismi aday adayı olarak geçse de, talip almadığım halde organizeyi yapan kişi olarak başkan adaylığı da benim üzerime kaldı. Tabi seçim günü geldiğinden erkek öğrencilerden benimle birlikte önceki dönemden iki dersten başarılı olamadığı için sınıf tekrarı yapan Yaşar ile kızlardan 7 arkadaşımız başkan adayı olmuştu. Sınıfta 20 erkek, 15 kız öğrenci bulunduğu için (erkeklerden de kızlara oy çıkmadığından) haliyle seçimin galibiyeti alıp sınıf başkanı seçildim.

Artık seçimlerden sonra tüm öğretmenler gibi fen bilgisi hocamızla da “sınıf başkanı” sıfatıyla ben muhatap oluyordum. Okulda diğer öğretmenlerimiz hep takım elbiseli ve kravatlı idiler. Mahmut Tekin Hocamız takım elbise giyse de okulda pek kravatlı olarak görmezdik. Gerçi meslek dersleri hocalarımızın seyrek de olsa kravat takmadıklarına şahit olmuşsak da fen bilgisi öğretmenimiz farklıydı bu yönüyle. Bu nedenle fen bilgisi öğretmenimiz ikinci sınıfın ortalarında bir gün kravatlı olarak okula geldiğinde hepimiz şaşırmıştık. Meğer o hafta okula vali gelmiş ve Mahmut Tekin Hocamın kıyafetini beğendiğini ifade etmiş. Kendisine neden kravat taktığını soran sınıf arkadaşlarımıza cevap vermemiş sadece gülümsemişti. Samettin Hocamız ise, “Yahu biz hergün kravatlı olarak okuldayız, sayın hocamdaki şansa bakar mısınız. Yılda bir kravat taktı o günde vali okulumuza gelip beğendi diyormuş. Oysa valinin okula geleceğini haber alan öğretmenimiz bu nedenle kravat takmak zorunda kalmış.

Bir önceki yıla göre hocamla görüşmelerimiz farklılaşmıştı. Artık diğer öğretmenler gibi öğle yemeği için evine gidiyordu. Haftada iki ya da üç kez öğleyin evine yemeğe çağırıyordu. Bu davetlerin bazısını bir bahaneyle reddetsem de, haftada en az bir ya da iki kez öğle yemeğinde öğretmenimin misafiri oluyordum artık. Önceki yıl kendisi ağabeyinin evinde kalıyordu. O sebeple bu yıl geçen seneden farklı olarak beni evine misafirliğe de davet ediyordu. Eşi Hatice abla sınıf öğretmeniydi. Bizim ilçenin bir köyüne önceki yıl tayin olmuş ve Kütahya’nın bir ilçesindenmiş. Afşin’e geldiğinde de fen bilgisi öğretmenimizle tanışmışlar yaz tatilinde de düğünleri olmuştu. Öğretmenimizin eşi, okullar tekrar açıldığında sanırım bir süre izin kullanıyordu.

Hatice Ablayla tanıştığımda, öğretmenimin benden daha önceleri bahsetmiş olmanın ötesinde, sanki uzun zamandır tanışıklığı olan birisi yahut akrabamız gibi davranması hoşuma gidiyordu doğrusu. Öğle vakitlerinde pek leziz yemekler hazırlamış oluyordu Hatice Abla. Kendisi Egeli olduğundan bazı yemekleri bizim yörede bilinmeyen türden ise de yine de güzeldi doğrusu. Bu arada benim kimi zaman yemeğe gelmediğimi fark eden öğretmenim, küçük bir istekle bu taktiğimin önüne geçti. Birgün, “Ben bazan öğleyin eve gidemiyorum, sen bizim evin ekmeğini götürebilir misin?”, dedi. Tabi öğretmenimin bu isteğini reddedemezdim. Bu durumda öğleyin öğretmenimin evine ekmeğini götürüyor, ancak hocamın olmadığı zamanlar kapıdan ekmeği uzatıp bir bahaneyle ayrılıyordum.

Orta ikinci sınıfı da tamamladık ve ertesi sene artık ortaokul 3.sınıftaydık. O yıl, ilçenin üç ortaokulu arasında bilgi yarışması yapılacakmış. Bu yarışmada benim de içerisinde yer aldığım 4 arkadaş (Mehmet, Çetin ve Mehtap) bizim okulu temsil edecekti. Bu sebeple kimi zaman belli dersler için ayrıca hocalarımız tarafından yarışma için çalıştırılıyorduk. Bu vakitlerde de Mahmut Tekin hocamla diyaloğum devam ediyordu. Aslında ortaokul öğrencileri içerisinde notları en yüksek olanları seçmiş olsalar, ben bilgi yarışmasında okulu temsil eden grup içerisinde yer alamazdım. Lakin kitap okumayla ve kültürel konularla ilgim diğer arkadaşlarıma göre biraz daha iyiydi sanırım.

Mesela o tarihte kısa dalgadan Türkçe yayın yapan yabancı ülke radyolarını (Almanya, Amerika, Bizim Radyo -SSCB yani Rusya- İran, Suudi Arabistan, Irak Türkmence Radyosu, Fransa, İtalya, Çin, Suriye Vatikan, Japonya, Yunan Radyosu, vb.) aksatmadan dinler, haftada bir iki kez gazete satın alır, Mavera Edebiyat Dergisi gibi dergileri de okurdum.

Her ne kadar okuma alışkanlığım ilkokulda başlamış ise de öğretmenim okumada seçici olmaya da yöneltmişti. Türk Edebiyatında; Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Günbay Yıldız ile sonradan isimleri Yedi Güzel Adam olarak adlandırılan Mavera Dergisi yazarlarının da eserlerini bu şekilde okumaya başlamıştım. Bunların dışında Atasoy Müftüoğlu’nun kitaplarını, tercüme eserlerden de Seyyid Kutup kitaplarıyla Hasan El Benna’nın da (sanırım Hikmet Neşyirat’tan yayınlanmıştı) Risaleler isimli eserlerini Mahmut Tekin hocamdan temin edip okuyordum.

Öte yandan kendi alanı fen bilgisi ise de edebiyata düşkündü öğretmenimiz. Hatta Mavera Dergisi her ay kendisine posta ile belli bir sayıda gelir, bu dergileri öğretmenler ve bizim okulun üst sınıfından ağabeylerin de içerisinde yer aldığı gruba dağıtırdı. Mavera dışında yeni çıkan kitapları da aynı şekilde temin ettiğini ve arkadaşlarımıza okumaları için dağıttığını da hatırlıyorum. Aklımda yanlış kalmadıysa İan Dallas’ın İsmet Özel tarafından Türkçeye tercüme edilen, Gariplerin Kitabı adlı eseri de o dönemde okumuştum.

Bu arada Mahmut Tekin hocam eskisi kadar sık olmasa da haftada en az bir kere beni öğle yemeğinde evinde misafir etmeyi sürdürüyordu. Artık hocamın bir de oğlu dünyaya gelmişti. Hasan Benna ismini verdikleri bu minik misafir, henüz bir yaşını doldurmamasına rağmen pek afacandı. Evlerine ekmek götürdüğümde yürümeyi öğrenmediği bir vakitte -ama yere oturabiliyordu- sanırım dişleri de çıkmaya başladığı için ekmeğe uzanıp ısırmaya çalışıyordu. Hatta ekmeği iki eliyle tutup kaldırmayı denediğinde buna gücü yetmiyor ve ekmekle birlikte yere düşüyordu. Bu durumda da pes etmiyor bu kez de ekmeğin üzerine abanıp ısırmağa çalışıyordu.

O tarihte öğretmenimiz bir taraftan da esnaflığa başlamıştı. Hüseyin isimli arkadaşıyla birlikte süt ve süt ürünleri sattığı “Ayrandede Yoğurtları” adıyla bir işyeri de açmıştı. O zamanlar fırsat buldukca hocamın işyerine uğruyor çayını içiyordum. Doğrusu o yıllarda öğrencilere kendi yakın çevresi dahil kimse burs vb. yardımda bulunmazdı. Bu konuda ya bilinç yoktu yahut da bundan da önemlisi insanların kazançları ancak kendi ailelerinin geçimine yetiyordu. Öyle olmasına rağmen öğretmenim bana zaman zaman harçlık verirdi. Hatta benimde içerisinde yer aldığım maddi durumu zayıf olan öğrencilere, esnaftan gömlek vb. kıyafet temin ettiği de olurdu. 1980’li yıllarda öğretmenlerin böyle davranışına çokca şahit olunmamıştır. O biz öğrencilere hem öğretmen hem de bir aile büyüğü gibi ihtimam gösterirdi hocamız. Tanırlı olduğu için bizim kasabada kendisini tanımasalar da ailesini bilenler vardı. Hatta bazıları “Hayret öğrencileriyle böyle ilgilenen bir öğretmen bu bölgede daha önce görülmemişti” diye beğenilerini de ifade ederlerdi.

Okulumuzun orta kısmından mezun olduğumuz yıl öğretmenimizin de istifa ettiğini duyduk. Bu dönemde, Çoğulhan Kasabasında inşaatı devam eden Afşin-Elbistan Termik Santralının mekanik montaj işini bir ABD şirketi olan Foster-Wheeler firması üstlenmişti. Bu şirketin çalışanlarına ödediği ücretin, o tarihte kamu çalışanlarının maaşının çok üzerinde olduğu da söylenirdi. Hatta bu sebeple birçok kişi kamu kurumlarındaki işinden ayrılıp bu firmada işe başlamıştı. İşte bizim öğretmenimiz de kasabamızdaki termik santralı inşaatı montajını yapan bu şirkette işe başlamıştı. Kendisinin çalışmakta olduğu dönemde İngilizcesini ilerletmeye başladığını da duymuştum. Artık ilçede karşılaşma ihtimalimiz azalan Mahmut Tekin öğretmenimle -özellikle Cuma namazları için- kasabamıza geldiğinde görüşüyorduk.

Yıllar geçti ve 1986 senesinde liseden mezun olup fakülteye kayıt yaptırdım. O dönemde de öğretmenin Konya’da bir arkadaşına mektup yazıp benimle tanışmamı sağlamıştı. Çokça kitap okumasıyla da tanınan bu kişi, öğretmenimin eğitim enstitüsü öğrenciliği yıllarından arkadaşı İmdat Bey idi. Halen görüşmelerimiz devam eden İmdat Ağabey o tarihte Meram Belediyesi İmar Müdürlüğünde mimar olarak çalışmaktaydı. Öğretmenimin kendisine yazdığı mektup sebebiyle bana bir dönem burs da vermişti. Yine tanıdığı bir milletvekili (sanırım Ağrı milletvekiliydi) aracılığıyla Konya’da cezaevi inşaatını yapmakta olan şirketten de bana burs verilmesine vesile olmuştu.

Fakülteye başladığımda öğretmenimiz, Ankara’da bir özel okulda yeniden öğretmenliğe dönmüştü. Hocama o yıllarda muhafazakar kesimden bir grubun kurucusu olduğu düşünülen ilk özel okullardan birisi olarak bilinen bu yerdeki eğitimin “nasıl” olduğunu sorduğumda, “Öğrencilere eğitim esnasında herhangi bir dini içerikten bahsetmemiz uygun görülmüyor. Hatta okul içerisinde yer alan mescidin varlığı bile öğrencilerin giremeyeceği bir yerde hazırlanmış” şeklindeki cevabına çok şaşırmıştım.

Artık öğretmenim Ankara’ya taşındığı için telefon dışında yüz yüze görüşme imkanımız yılda bir ya da iki kez olabiliyordu. Bu arada kendisi de özel okuldaki görevinden ayrılıp bir grup arkadaşıyla dershane işletmeye başlamıştı. Fakültedeyken zaman zaman Konya dışında seyahatlerimiz olurdu. Ankara’ya gittiğimde hocamın Kızılay’da açmış olduğu -sanırım Selanik Caddesindeydi- “Şule Dershanesi”ne mutlaka uğrardım. Hatta bu ziyaretlerimde çoğu kere yanımda bir ya da iki arkadaşım da olurdu. Bu nedenle birçok arkadaşımı kendileriyle tanıştırmıştım. Bu gün bile fakülte arkadaşlarımla konuştuğumuzda, kendisinden bahsettiğimde hemen hatırlarlar.

Tabi Ankara’ya taşınan öğretmenimizin hem dershane işletmesi hem de başkentte bulunması sebebiyle misyonu daha da genişlemişti. Bizim neslimiz artık üniversite ve yüksekokul öğrencisi olduğundan, onlara yurt ve kalacak yer ve burs temini de artık omuzlarına yüklenmişti. Hiçbirisini yüksünmeden ve gönüllü ve istekli olarak yerine getirdiğini duyuyorduk. Kimi zaman bürokraside bir işi olanın yahut kamuda iş talebi olanların da artık uğrak yeri olmuştu Şule Dershanesi. Zaten ne zaman kendisini ziyarete gitsem bir tanıdık yahut hemşehrimizi de orada görürdüm.

Üniversite yıllarımızdaki görüşmelerimizde bir taraftan ortaokuldan öğrencisi olmamız ve hemşehrisi olarak kendisini ziyaretlerimiz O’nu çok memnun ederdi. Dershanedeki misafirliğimiz esnasında yanında hazır bulunanlara mutlaka bizi tanıştırırdı. Her uğradığımda yemek ikram eder, bir ihtiyacımız olup olmadığını da mutlaka sorardı. Yine Ankara’ya yolumuz düştüğünde çoğu defa evinde yatılı olarak misafir kalmışlığımız da olmuştur. Ne kendisi ne de eşi beni hiç yabancı görmezler ve sanki her ikisinin de yakınıymışım gibi davranırlardı.

Öğretmenimizin Ankara’da dershane işletmecisi olması sebebiyle maddi olarak zorda kalan kimi öğrencilerinin iş hayatına atılması ve desteğe ihtiyacı bulunması sebebiyle piyasaya olan borçlarına kefil olduğu da oluyordu. Bu kefalet sebebiyle asıl borçlunun borcunu ödememesi nedeniyle icra takibine ve hacizlere muhatap olduğunu da duymuştum.

Dershanecilik sebebiyle binlerce öğrenciyle tanışıklığı ve onların üniversiteye hazırlanması aşamasında, kayda değer bir hizmet sunumu gerçekleştirdiğine, hemşehrilerimiz ve arkadaşlarımız da şahittir. Bu sayede Ankara bürokrasisiyle olan ikili ilişkilerini de kullanarak bir çok öğrencisi yahut hemşehrisinin kamu idaresine atanmasında etkisi de gözardı edilemeyecek ölçüdeydi.

Liseden mezun olmamızdan yaklaşık 40 yıl geçmiş olmasına rağmen, karşılaştığımız her arkadaşımızın yahut görüştüğümüz o dönemdeki öğretmenlerimizin istisnasız tamamı Mahmut Tekin hocamızdan sitayişle bahseder. Bugüne değin hakkında olumsuz bir tek kelime söyleyen hiçbir kimseye rastlamadım. Hocam herkesin beğendiği beyefendi kişiliğiyle, bir öğretmenden öte, hâl ehli insan, topluma ve içerisinde yer alan çevreye olumlu katkı sunan kişiliğini de halen korumaktadır.

Hani anne ve baba için çocuklar hiç büyümez denir ya öğretmenler açısından da öğrenciler kısmen öyle sanki. Ortaokul birinci sınıfta iken bana okumam için kendi kitap veren hocam, zaman zaman İstanbul’a geldiğinde hediye olarak bana yine kitap getirmeyi ihmal etmiyor. Telefon görüşmelerimizde de kitap konusu mutlaka geçiyor ve okunacak eserleri tavsiye ediyor. Kimi zaman da yeni çıkan yahut çok beğendiği kitapları kargoyla yolluyor. Tabi yıllar geçip evliliğimiz sonrasında kendilerini eşimle tanıştırmış ve bir defasında da kızım Ayşe Beyza henüz 1-2 yaşlarında iken ile misafirleri olmuştuk. Hocamlar ailemizden birisiymiş gibi kızıma altın hediye etmişlerdi. Okumayla ve kitapla dostluğu bu kadar uzun süreli benim tanıdıklarım içerisinde öğretmenimden başkası yok desem sanırım abartmış olmam.

Kendileri benim açımdan bir öğretmenden çok öte kişiliğe sahip olmuştur. Nitekim üniversite hazırlık programı çerçevesinde kardeşim de öğretmenimizin işlettiği dershaneye kayıt yaptırdığında maddi ve manevi desteğini eksik etmemişti. Üniversite döneminden sonra artık yakın bir dost arkadaş ölçeğinde ilişkimiz devam eden hocamızla muhabbetimiz doğrusu hiç eksilmedi diyebilirim. Bu şekilde seneler geçti ve bu kez de bizim çocuklar okul çağına geldiğinde onlara kitap göndermeye başladı.

Halen Ankara’da ikamet eden, üç oğlunu büyütüp üniversite eğitimini tamamlatıp, evlendiren ve bu gün için şirin bir dede olan öğretmenimiz, emekli olsa da her an için hayatın içerisinde. Hatta Dere Tepe isimli bir dağcı ekibin demirbaşlarından olup, ülkemizin tüm dağ ve tepelerini, nehir ve göllerini gezip fotoğraflamakla meşgul.

Bugüne kadar sürekli olarak, birilerine yardım için elinden gelenden fazlasını sunmaya çalışan, simasından gülümsemesini hiç eksiltmeyen bir beyefendi ve gönül insanı olan Mahmut Tekin Hocamın öğrencisi olarak ellerinden hürmetle öperken, Rabbimizden kendisine ve muhterem eşine sıhhat ve afiyetle hayırlı bir ömür temenni ederken tanıdığım onlarca öğretmen içerisindeki nadide yerini hiç unutmayacağım…