İkinci kısım,
Tekmili birden…
...
Ali Osman’la koyun alıyoruz!
Davaya dönecek olursak, duruşmalar birbirini kovaladı durdu. Biz bu arada Ali Osman’la bir avukat müvekkil ilişkisi dışında adeta ahbap olduk. Belirli aralıklarla telefonla arayan davacı, arada bir çocuklarına iş bulamadığı için onların işe girişine referans olmamı, öğrenci olan küçük oğluna burs temin etmemi vs. bir çok talebini de sıralıyordu.
Bu arada düzenli olarak çalışabileceği bir işyeri bulamadığından da yakınan müvekkile, “sizin köyünüz yayla ve üstelik ormanlık bir yerde. Neden hayvancılık yada meyve yetiştiriciliği yapmıyorsun” dediğimde, “Abi, aslında evde iki inek ve bir iki de buzağı var. Onbeş civarında koyunum olsa geçinir giderim. Hem böylece gurbete de çıkmamış olurum” dedi.
Ali Osman’ın bu açıklaması üzerine daha önce bir dava sebebiyle alacağını kısmen tahsil ettiğimiz Gülsüm Teyzemizin parası aklıma geldi. Gülsüm Teyze tahsil edilen parasını, kardeşleri ya da bir akrabası ödünç olarak istediğinde onlara verip geri alamamaktan çekindiği için bizden teslim almıyor, “Paranın sizde bulunması benim için daha iyi, hem isteyene para yok derim rahatlıkla, çünkü kime ödünç para versen geri gelmez bir de kötü olursun bu devirde” diyordu.
Parasını emekli maaşını aldığı banka hesabına ödememizi de hem bankanın parayı işletmesi sebebiyle kendisine vebal geleceğini inanması, o tarihte altında da hareketlilik olmadığı için altın alma talebimizi de reddedip nakit olarak kalmasını arzu ediyordu. Acaba Gülsüm Teyzenin bu parasıyla koyun satın alınabilir miydi.
Kendisine bu konuyu açıkladığımızda, parasını istediğimiz gibi tasarruf edeceğimizi, bize güvendiğini ifade etti.
Böylece Ali Osman’ın işi kolaylaştı. Telefonla görüşerek müvekkile, koyun satın alma işinde kendisine yardımcı olabileceğimizi söyledik ve “tamam sana koyun alalım ama bu işin detaylarını da konuşalım” dedim.
Ali Osman,
-“Abi bizim buradaki usule göre yapalım” dedi.
-“Sizin oradaki usul nasıl ki?” diye sordum.
O bölgedeki usule göre (tabi bölgede böyle bir usul var mı bilmiyorum. İtimat ettiğim için doğrusu kimseye de sormadım) Kuzulu olarak satın alacağımız koyunların yaylımı, bakım ve sair tüm işleri Ali Osman tarafından yapılacak, biz hiçbir masrafa karışmayacaktık.
Bu durumda biz ortak olarak koyunların, sütünden ya da yününden yani hiç bir ürününden de pay talebinde bulunmayacaktık. Koyunun yünü ve sütü tamamen karşı tarafa ait olacaktı. Kuzuların da yarısı müvekkilimize ait olacaktı.
Bu teklifi kabul ettik ve kendisine kuzulu koyun satın alması için para gönderdim. Ali Osman gönderdiğimiz parayla Elbistan Hayvan Pazarından 29 tane koyun almış. Neden 30 koyun almadığını ben de merak edip sorduğumda, havale edilen parayla ancak bu kadar satın alabildiğini söyledi.
Böylece hem Gülsüm Teyzenin parası değerlenecek hem de Ali Osman’ın geçimini sağlamasında katkımız olacak ve her iki tarafta kazanacaktı. Bu işe aracılık ettiğim için doğrusu ben de sevinçliydim. Eşe dosta şakayla “artık koyun işine girdik” diye konuyu anlatıyor, onların tepkisini ölçüyordum. Kimi arkadaşlar, “Nereden este bu iş, bari keçi satın alsaydın. Hem sonrasında dondurma işine de girersin belki, ne de olsa Maraşlısın” diyorlardı. Bazıları ise işin şaka olduğunu düşünüp, olayı ciddiye bile almıyorlardı.
Pazardan alınan koyunların 28’inin kuzuları da yanlarında idi. Bir ay kadar sonra 29.koyun da kuzuladı ve ikiz kuzumuz oldu. Böylece 29 koyunun 30 kuzusu vardı. Yaptığımız anlaşmaya göre yeni yılda bizim 44 koyunumuz olacaktı. Yalnız evdeki hesap çarşıya uymadı, yıl içinde kuzulardan birisi öldü. Böylece 29 koyunun 29 kuzusu kaldı.
Artık Ali İhsan’la aramızda dava dışında konuşacağımız bir konu daha ortaya çıkmıştı. Koyunların sütünden, kuzuların vaziyetinden, sonra da yünlerinin kesilmesinden (vaktiyle koyun kırkılması denirdi) falan da bahsediyorduk telefon görüşmelerimizde.
Koyunların satın alınmasından 3 ay kadar sonra bu kez biz Ali Osman’ın köyüne gitmek istediğimizi kendisine bildirdik. Zaten memleketimize giderken yolumuzun üzeri sayılırdı. Hem de şu koyunları ve kuzuları doğrusu merak ediyorduk. Adli tatilin başladığı tarihten bir hafta sonra, artık yolu ve nasıl gidileceğini bildiğimiz için ev sahibine bizi “köyde beklemesini” söyledik. Hem adamın işi gücü vardır, koyunları kime emanet edecekti ki?
Müvekkil bizi ilçe merkezinde karşılamayı teklif ettiyse de bu düşüncesine teşekkür ederek, “yolu zaten bildiğimizi, işinden gücünden kalmasına gerek olmadığını” söyleyerek ikna ettik.
Bulundukları köy, daha önceki bölümde de yazdığımız gibi yayla olduğu için telefon görüşmeleri ara sıra kesiliyordu. İlçe merkezine ulaştığımızda Ali Osman’ı arayıp yaklaşık 1 saat sonra köylerinde olacağımızı, kısa bir süre dinlendikten sonra müsaadesini alıp yola devam edeceğimizi de belirtti.
Ali Osman;
-“Abi hiç öyle olur mu? Ta nereden gelip nereye gidiyorsunuz. Bir yemeğimizi yemeden sizi asla bırakmam” diyordu. Kendisine yol üzerinde “Dokuzdolanbaç’ta yemek yediğimizi, sadece bir çayını içebileceğimizi söyleyip” telefonu kapattıktan sonra, ilçe merkezinden köye doğru yola koyulduk.
Bu ikinci gidişimizde yol tecrübemizin de etkisiyle (aslında kısa bir süre önce kışın yağan karların erimesi ve bahar yağmurlarıyla iyi de bozulan toprak yolun greyderle düzeltilmiş olması sayesinde) seyahatımız daha kısa sürdü diyebilirim. Belki de çocuklara bu koyun satı alma işimizi biraz esprili olarak anlatmam biraz da yolun bir önceki yıla göre durumuyla ilgili kanaatlerimi sohbet ortamında ifade etmem nedeniyle bir de baktım ki köyün evleri gözükmeye başlamış.
Ali Osman da bu arada, “Nerede kaldınız abi” diye telefonla arayınca, kendisine beş dakika sonra evlerinde olacağımızın müjdesini verdik! Evin bulunduğu sokakta annesi Nimet Teyzeyle birlikte bizi bekleyen müvekkile, “Biz koyunlarla kuzuları görmeye geldik haberiniz olsun. Sizinle işimiz yok!”, diye takıldım.
Muhatabımdan önce annesi söze başlayarak, şakamızı anlamamış olacak ki, “Oğlum hiç öyle şey olur mu? Siz uzun yoldan geldiniz. Hele bir eve çıkalım da örtmede (mahalli dilde teras diyelim) bir soğuk ayranımızı için sonra koyunları da kuzuları da görürsün” dedi. Kendisine “Peki teyze madem ayran ikram edeceksiniz o zaman başka, Ali Osman’a kalsa bir bardak soğuk su ile bizi gönderir di ya” dedim.
Tabi Ali Osman benim bu şekilde kendisine şaka yapacağımı hesap etmemiş olacak ki mahcup oldu birden ve ne diyeceğini şaşırdı. Aslında evlerinin hemen yanında, tesisatçıların ellilik tabir ettikleri kol kalınlığındaki bir borudan akan buz gibi bir kaynak suyu vardı ki, doğrusu baldan da tatlı mı tatlı! Ben şakamı elimle bu kaynak suyunu işaret ederek, “işte bu su koyun etinden de kuzu etinden de tatlı diye”diyerek düzeltmeye çalıştım.
Evin terasına geçtik. Köyün içi de adeta dere tepe, meyve ağaçları ve bostanların bulunduğu bahçelerden oluştuğu için bulunduğumuz yere en yakın ev yaklaşık 200 metre mesafede ve aşağıda kalıyordu. Köyün adeta düzlük bir yeri yoktu. Teraslanmış bir yapı görünümündeki bölgenin tek bir düz alanı (o da yaklaşık 500 metrekare civarında) olan yere de cami inşa edilmişti.
Soğuk ayranımızı içip, yolculuğumuzun nasıl geçtiğine ve iş kazası davasının ne zaman neticeleneceğine dair konuşmalardan sonra, biz usulen yola çıkmak için müsaade istedik. Zira evin hanımı, köyde uzaktan davul sesini duyduğumuz bir yakınının düğüne gitmiş ve henüz gelmemişti. Ali Osman bizi karşıladıktan sonra telefonla eşine ulaşmaya çalıştı lakin bir türlü irtibat kuramadı. Bu arada küçük oğlunu annesini çağırması için gönderdi ve “oğlum anne misafirlerin geldiğini söyle çabuk dönsün” diye tembihledi.
Lakin aradan geçen süre yarım saatı aşmasına rağmen ne gelen vardı ne de giden. En az bir ay önce geleceğimiz gün bilinmesine rağmen evin hanımının evde bulunmaması bizim de dikkatimizi çekmişti. Oysa bir önceki yıl böyle bir muamele görmemiştik. Zaten geçen yıl bu şekilde davranılmış olsaydı doğrusu uğramazdık köye diye düşündüm.
Neyse yaklaşık bir saat sonra evin hanımı düğünden döndü ve sanki geleceğimizi bilmiyormuş da çat kapı gelmişiz gibi davrandı. Haliyle belki bir iki saat daha kalacağımız köyden daha erken ayrılmaya karar verdik. Lakin henüz koyunlarla kuzuları görmemiştik. Bizim çocuklar evin terasından köyün bahçelerini seyre dalmışken, ev sahibiyle bizde koyunların olduğu yere yürüdük. Öğle sıcağından korunmak için ağaç gölgesinde yatmakta olan koyunların yanına vardığımızda, başladın da Ali Osman’ın babasıyla oğlunu gördük.
Baba Mehmet Amca o gün için 90 yaşını geçmiş ancak sanki 60 yaşındaymış gibi dinç bir görünümdeydi. Evinin bir çok işini halen kendisi yapıyormuş. Örneğin gerektiğinde baltayla ağaç budayıp odun bile kırıyormuş. Tabi böyle yayla havasında, ormanlık bir bölgede tamamen tabii ürünlerle beslenen, tasa ve kederden uzak olan bir kişi yaşlanır mı hiç diye ihtiyara takıldım.
Mehmet Amca, kendisinin bu köyde doğduğunu, ailesinin Akçadağ’dan vaktiyle taşınmış olduğunu babası ve dedesinin duyduğuna göre halen orada akrabaları da olduğunu ancak gidip gelmedikleri için artık tanışıklıkları kalmadığını söylüyordu.
Köyde Kurtuluş Savaşı öncesinde Ermenilerin de yaşadığını, Maraş Harbi esnasında işgalcilerle birlik olup, müslüman ahaliyi katletlettiklerinden Sütçü İmam’ın önderliğinde şehirden püskürtülmelerinden sonra Fransız gavuruyla birlikte Suriye tarafına birlikte kaçtıklarını dedemden duydum” diyordu. Anlattığına göre o tarihte bir de kilise varmış köylerinde.
Kendisinin çocukluğunda kilisenin duvarlarının yıkık halde bulunduğunu hatırladığını, geçen sürede ev yaban herkesin duvarlardaki taşları söktükleri için artık yerinin bile belirsiz olduğunu ifade ediyordu. İhtiyardan öğrendiğimize göre karşı dağın yamaçlarında halen yerleri belli olan demir madeni ocakları varmış. Bu bölgeden vaktiyle yaya olarak dağı aşıp Maraş’a da giderlermiş. Sonraki zamanda şose yollar yapılınca patikadan gidip gelmeler de sona ermiş.
Anlatılanlardan dikkatimizi çeken bir diğer husus da karşı dağın eteklerine bu gün bile insanlar hayvanlarını otlatmak için bırakıp geliyorlarmış. Başlarında hiç kimsenin bulunmadığını ve haftada bir gidip kontrol ettiklerini söylüyordu.
Bu anlatılanların bir kısmı koyunların bulunduğu yerden eve dönüşte bir bölümünü de evde çay içerken dinlemiştik Mehmet Amca’dan. Bu arada Ali Osman’ın babasından da bir şikayeti vardı. Bir yılı aşkın süredir annesiyle babası küskün imişler. Bu konuda babasıyla konuşmamı istediyse de iki yaşlının barışmasını sağlayacak şekilde konuşmaya kendimi ehil görmediğim için teklifi kibarca reddetmiştim.
Çay içtikten sonra, yola çıkmadan önce öğle namazını kılmak için evin terasından yan odaya geçtiğimde, Nimet Teyze yanıma gelerek, “Oğlum sen bu bizim Alosmana bakma (Ali Osman ismini mahalli söylenişte bitişik olarak söylüyordu) Kendisi bu kadar koyuna ve kuzuya bakamaz. Zaten kazanın etkisi henüz gitmiş değil. Avradı da (eşi) koyunlar zorsunduğu için (yük gördüğü) evde sıkıntıları var” dedi.
Namaz sonrasında, muhatabıma istersen yıl sonunda koyun ve kuzuları satalım, herkes payını alsın. Çünkü kışın hayvanları beslemek güç olur dediğimde, “hiç öyle şey olur mu. Neden güç olsun, bizim zamanımız ve otumuz var onlara yedireceğimiz. Bahar gelsin tekrar kuzulasınlar birkaç sene böyle devam edelim” demez mi? Bu kez konuyu değiştirdik ve çocuklarının okullarını sordum.
Birisi Eskişehir’de okuyan oğlunun askeri lise sınavlarına girmeyi düşündüğünün diğer oğlunun Maraş’ta amcasının evinde kalıp orta son sınıfta okuduğunu söyledi. Evlerinden ayrılırken Ali Osman’a, annesinin bana söylediklerini aktardı. Sana bu koyun işi yük oluyorsa ekim kasım aylarında satabiliriz” dedim. Müvekkil ise kesin bir ifadeyle, “kendisinin annesinin en küçük oğlu olduğu için esirgediğinden böyle konuştuğunu” söyledi ve bir sorun olmadığını tekrarladı.
Bu arada adli tatil bitti, davada henüz bir aşama kat edemedik. İş gücü kaybı için Adli Tıp Kurumu Başkanlığına gönderilen davacının maruz kaldığı iş kazası sebebiyle oluşan mağduriyetinin tespiti için kuru tarafından Cerrahpaşa Tıp Fakültesine sevkiyle burada koku testi yaptırıldı. Kazazedenin söylediğine göre tek bir koku oluyormuş burnu. Tarif edemediği koku ise adeta koku alma duyusunu yitirmesinin bir neticesiymiş.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesine gittiğimizde, resmi işlemlere ait evrakları personele verdik. Bizi Kulak Burun Uzmanı genç bir hekime yönlendirdi. Doktor beş ayrı madde temin etmemizi ve ertesi gün o maddelerle geldiğimizde testin yapılacağını söyledi. Test için; tütün, kolonya, amonyak, tiner ve şu an hatırlamadığım bir madde daha söyledi. Fakülteden ayrıldıktan sonra istenilen malzemelerin hastane olmayanlarını (kolonya ve tütün) dışarıdan temin ettikten sonra ertesi gün yeniden aynı hekime gittik.
Muayene ve tetkiklerden sonra doktor, “Biz neticesi Adli Tıp’a bildireceğiz. Sizinle işimiz bitti, gidebilirsiniz” dediği için Ali Osman’la birlikte hastaneden ayrıldık. Aylar sonra Adli Tıptan gelen raporda, davacının iş gücü kaybının olmadığı belirtiliyordu. Duruşmalara birkaç kez kendisi de geldiği için hakime hanım gelen rapora karşı itirazımızı yerinde görerek, davacının dosyadaki raporlarla birlikte bu kez de İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesine (Çapa Tıp) gönderilmek suretiyle buradan alınan raporlarla yeniden Adli Tıp Kurumuna sevkine dair ara karar oluşturdu.
Süreç içerisinde davacı Çapa Hastanesine giderek bir kısım muayene ve kontrollere tabi tutuldu. Dava dosyası ve içerisindeki raporların fotokopisi mahkeme mübaşiri aracılığıyla rica minnet (adliyeden hastaneye gidiş geliş taksi ücretinin iki katı verilmesine rağmen) hastaneye ulaştırıldı. Sonuç olarak üç gün devam eden bu muayene neticesinde davacıya işlemlerinin tamamlandığına dair bir yazı ile göndermişler. Biz de bu yazıyı dava dosyasına sunmak için teslim aldık. Tıp Fakültesi düzenleyeceği raporları Adli Tıp'a gönderecekti.
Aradan bir hafta on gün geçmişti ki, Fakülte Hastanesinden arayan bir yetkili, Ali Osman’ın evraklarını kaybedildiğini, üç gündür, hastaneyi köşe bucak aramalarına rağmen belgeleri bulamadıklarını bu nedenle hastanın tekrar gelmesi gerektiğini söyledi. Tabi bu durumu kendisine ilettiğimiz davacı şok oldu. Lakin çaresiz bir hafta sonra yeniden gelerek aynı doktorlara meramını tekrarladı.
Raporlar, hastaneler derken bir yıl daha geçmişti aradan. Henüz Adli Tıp’tan beklediğimiz rapor gelmediği için hakim de ortalama 4-5 ay aralıklarla duruşma günü veriyordu. Böylece bir bir yılda en fazla 3 celsesine giriyorduk davamızın. Bu arada nasıl olduysa iki aydır müvekkille görüşmemiştik. Bu fasıla benim dikkatimi çekti ve telefon ederek hem halini hatırını hem de koyunları sormak istedim. Lakin her nasılsa bu konuşma esnasında, koyunları sormayı unuttuğum muhatabım da herhangi bir şey söylemedi…
Bu tarihten sanırım iki ay kadar sonra Kurban Bayramı münasebetiyle bayramlaşmak için arayan Ali Osman’a bu kez unutmayayım diye, hemen koyunlarla kuzuların durumunu sordum. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
-Abi ben sana söylemedi ama iki ay önce koyunları sattım.
-Peki kaç liraya sattın?
-Onbin liraya!
-İyi de Ali Osman biz bu işten karımız ne oldu ki? Neredeyse aldığımız fiyata satmışız.
-Abi sen burada değilsin ya bilmiyorsun. Fiyatlar hiç artmadı iki yıldır.
-Nasıl olur, öyle şey mi olurmuş! Neden fiyatlar artmamış olsun?
-Peki madem satacaktın neden bana bu durumu söylemedin?
-Abi çekindim.
-Tamam da neden çekiniyorsun ki!
-Abi ben koyunları vadeli sattım. Kurban Bayramından sonra ödeyecekler.
-Bunda çekinecek ne var, Kurban Bayramı geldi işte!
-Abi önümüzdeki bayramda ödeyecekler!
Tabi bizim müvekkilin yaptığı resmen sahtekarlıktı. Sahtekarlık nedir diye soracak olursanız, bizim ufaklığın deyimiyle sahte iş yapıp bundan kar eden kişiye “sahtekar” denilirmiş!
Ali Osman'a inanacak olursak,koyunları 14 ay sonra bedelini almak üzere satmışmış!...
Adeta bizimle dalga geçiyordu davacı. Kendisine bunca güvenilmesine ve emanet bir para ile koyun satın alındığını bilmesine rağmen böyle davranmış olması beni çileden çıkartmıştı. Kendisine bir hafta içerisinde ya koyunlarımı yahut parasını ödemesini aksi halde Savcılığa şikayet edeceğimi söyleyip telefonu kapattım.
Ertesi gün bu kez kardeşi arayıp, bir hayli özür diledikten sonra koyunları müvekkilin koyunları sattığı şahsın geri vermeye yanaşmadığını, ellerinde de gerçekten paraları olmadığını söyleyip rica minnet etti. Bu durumda savcılık şikayetinin paramızı tahsil için işine kısa vadede bir katkısının olmayacağını da düşündüğümden yapılacak fazlaca bir şey de gözükmediği için kendilerinden alacağa karşılık bono vermeleri kaydıyla (davacıya kendisi de kefil olacaktı) anlaşabileceğimizi söyledim.
Koyun ve kuzu fiyatlarını öğrendikten sonra beş ay sonrasına birer ay aralıklı vadeyle iki adet bonoyu Elbistan’daki bir meslektaşa teslim etmelerini sağladım. Böylece Gülsüm Teyzenin koyunlarının parasını gecikmeleri de olsa bonoların vade tarihlerinde tahsil etmiş olduk.
Sahi bu arada davanın neticesi ne mi oldu? Ey azizler, siz başkasının iyi niyetini bu kadar suistimal edersiniz de Mevla bu halin hesabını görmez mi! İstanbul Tıp Fakültesinden ikinci kez yapılan muayene ve tetkikler neticesinde hazırlanan raporları da inceleyip Ali Osman’ı tekrar muayene eden Adli Tıp Kurumu Başkanlığı, davacının işgücü kaybı olmadığına dair ilk raporunu tekrarlayan yeni bir heyet raporu tanzim ederek dava dosyasına gönderdi.
Bu arada Ali Osman’ın iş kazasına dayalı olarak açılan tazminat davası böylece tam 7 yıl sürmüş oldu. Davadaki tek şansımız ilk günden bu yana aynı hakim dosyanın muhakemesine bakıyordu. Bunca sıkıntı ve çaba neticesinde mahkeme hükmüyle davacıya 5.000,00 TL manevi tazminat verilmesine, işgücü kaybı oluşmaması sebebiyle de maddi tazminata dair davanın reddine karar verilmiş oldu.
Manevi tazminat için hükmedilen tutar davacının memleketinden İstanbul’a geliş gidişi için yapığı masraflar ve avukat olarak bizim giderlerimiz hesaplandığında yorulduğumuza değmeyecek bir tutardı.
Ne diyelim. Herkes hak ettiğini, nasibince alırmış! Davacı da avukatı da...