Zübeyde Kösebalaban Yazdı: Fıtratın Dili ve İnsan Olma Arzusu

“Nihayet şeytan ona vesvese vererek, Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak mülkün yolunu göstereyim mi?” dedi (Taha 120)

İnsanın yeryüzündeki hayatı, bu soruya “evet” cevabını vermesiyle başlar. Âdem ve eşi başlangıçta bu teklifi kabul eder, ancak sonra pişmanlık duyarak tevbe ederler. Ama insan, mülk ve sonsuzluk arzusunun tadını almış ve sınır aşılmıştır. Allah, Âdem’e ve eşine öğrettiği isimleri geri almaz; aksine, onlara bu isimlerle neler yapacaklarını ve nereye ulaşacaklarını deneyimlemeleri için fırsat verir. O zaman insan olarak öğrenmemiz gereken ilk ders belki de şudur: İnsan iradesiyle aldığı kararların sürecinden ve sonucundan sorumludur. Sınır aşımının karşılığı ona sıkıntı olarak dönecek, hatasının farkına varabilen tevbe edip tekamül edecektir.

İnsanın halife olarak yeryüzüne gönderilmesi, bir yandan yaratılışındaki özelliklerle yeryüzünü ıslah etme, diğer yandan kendi içinde var olan duygu ve düşüncelerini ıslah edilmiş davranışlara döndürme sorumluluğu taşır. Yol çetrefillidir, bu yüzden halifelik yolunda insanların ihtilaf içinde olması kaçınılmazdır. İmtihan, bostanında ürün yetiştiren çiftçinin ayrık otlarını temizlemeyi öğrenmesiyle başlar. Emeğini paylaşırken hissettiği duygularla devam eder. Çünkü insan, mülk edinmeyi bir tür zevk haline getirmiştir. Mülk edinme arzusunu içimizdeki ayrık otlar gibi görebilir miyiz? Belki de ikinci dersimiz bu olmalıdır: İçsel arzularımız, tıpkı ayrık otları gibi iç huzurumuzu bozar.

Fıtratımıza yerleştirilmiş bir kitap vardır okumamız gereken. Rabbin diliyle yazılmış bu kitabın dilini çözmek için, insanın yaşam alanındaki doğa ile iç içe olması, onu tanıması gerekiyor.

Yeryüzünde düşünceleri, sözleri, fiilleri ve sanatıyla yaşamını inşâ eden insanın, aklı sürekli çalışır, bağlantılar kurar. Fakat akıl, sadece maddi verileri toplamakla kalmaz, onları hayal gücüyle birleştirip yeni şeyler üretir. İnsanlar farklı yeteneklere ve ilgi alanlarına sahip oldukları için her biri, emek verdiği alanda uzmanlaşır. Ancak bu süreç, içsel bir hırsı, kalıcı olma ve mülk edinme isteğini de beraberinde getirir. Başlangıçta yalnızca temel ihtiyaçlarıyla mutlu olabilen insan, zamanla sahip olma arzusuna kapıldıkça iç dünyasında daralmaya başlar. Sahip olma isteğini körükleyen kıyaslama; mutluluk, üzüntü, öfke, korku gibi duyguları aşırılığa vardırdığında, insan huzursuzluğun eşiğine gelir. Bu karmaşık duygular, yerini hırs, kıskançlık, haset ve açgözlülüğe bırakır. Eğer bu duygulara teslim olursa, insan bir nevi sahip olunan mülk tarafından esir alınmış olur. İçsel huzurun kaybolduğu noktada, sahip olunanlar insanın kontrolünden çıkar ve insan hastalanmaya başlar. Çünkü duygu dilini çözemeyen insan, içindeki ayrık otlarının etkisi altındadır.

Herkesin emeğinin bir karşılığı vardır. Bu karşılık, insanın yol alabilmesi için gereklidir. Burada yol, iki farklı yola ayrılır; insan, iradesiyle birini seçer. Eğer birey, sahip olduklarıyla ölü bir yaşam sürmek istemiyorsa, toplumsallaşmanın ilk basamağında karşısına çıkan iktisat dilini anlamalıdır. “İktisat” kelimesi, Arapçadaki kast kökünden türetilmiştir ve tam hedefe yönelme anlamına gelir. İktisat, insanın yalnızca bireysel bir varlık olmadığını, hayatın alma-verme dengesine dayalı bir sistem üzerine kurulduğunu anlatır.

Burada dilin rolüne biraz daha odaklanmalıyız. Dil, insanın içsel düşüncelerini dışa vurma aracıdır. Düşünceler dilde şekillenir ve ona bağlı olarak anlam kazanır. İbn Sina, Şifâ adlı eserinde, “Dil, insanın içsel düşüncelerini dışa vurma aracıdır,” der. Gazali ise dili “Kalbin niyetinin dışa vurumudur. İyi niyetler ve temiz kalp, doğru sözlerle kendini gösterir” şeklinde tanımlar. İşte burada karşımıza kazancın paylaşılma ilkeleri çıkmaktadır.  Sadaka ve zekâtı  kapsayan infak (kazancının bir kısmını olmayanla paylaşma), insandaki sahip olma arzusunu muhabbete dönüştürmektedir. Bu kavram bize sadaka ile inancımızı doğrulamayı, zekât ile duygu ve düşüncelerimizi temizlemeyi öğretmekte, insan olma yolunu açmaktadır.

 İnsan, sahip olduklarını paylaşmada zorlandığı için bu durum Beled suresinde, sarp bir yokuşa benzetilmiştir. Sure, önce görme ve işitme duyularına dikkat çeker, ardından insanı diğer canlılardan ayıran konuşma özelliğine vurgu yapar. Bu, ruhsal olgunluğa giden bir yol haritasıdır ve haritada “sabır” ve “merhamet dilini” merkezine koyar. Çünkü bu iki değer, toplumsallaşmanın temel dinamikleridir. O zaman, insan mülk edinmenin özgürlüğüne, ancak paylaşarak ulaşabilir diyebilir miyiz?

Tarihi mezarları incelediğimizde, ebedi olma isteğinin sahip olduklarını bırakamama, yani tekâsür olarak tezahür ettiğini görürüz. Ancak “Her şey aslına döner” ayeti, insan bedeninin, toprağa karışmadan önceki tüm evrelerden geçerek nihayetinde toprağa döneceğini anlatır.

Prof. Dr. Türker Kılıç, “Son yılların üç önemli bilimsel devrimi ve tırtıldan kelebek olma okulu” adlı yazısında, tırtılın kelebek olma sürecini anlatırken, değişimi şu şekilde özetler. Kelebek olacak tırtıl, önce kendi kabuğundan vazgeçer ve varlığını gelecekteki hali için “eritmeye” karar verir. Ancak her tırtıl kelebek olamaz; kelebek olacak tırtılın yeterince hayalci hücre üretmesi gerekir. Bu hayalci hücreler, diğer tırtıl hücrelerinden farklıdır. Onlar, tırtıl olmaktan sıkılan ve değişim arzusuyla dolu hücrelerdir. Diğer tırtıl hücreleri, zamanla ölürken, hayalci hücreler hayatta kalmayı ve gelişmeyi seçerler. Bu hücreler, ölümden, kaostan ve savaştan bir kelebek yaratırlar. Bir tırtılın kelebek olup olamayacağını belirleyen, işte bu hayalci hücrelerin sayısıdır.

Wilhelm von Humboldt’a göre, “Dil, bireylerin dünyayı anlamlandırma biçimidir. Dil, bir düşünce yapısı oluşturur ve her dil, farklı bir dünya görüşünü yansıtır.” Her dil farklı bir dünya görüşünü yansıtıyorsa, dilimiz aslında bizleri ele veriyor demektir. Peki, yaratılış diline doğru yapacağımız yolculuk, kendimize söz geçirmemizi kolaylaştırabilir mi? Kendi dilimizin kanatlarındaki özgün renklerimize ulaşabilir miyiz?

Özümüze doğru bir yolculuğa çıkalım ve gönül dilimize sorular soralım.

Yeryüzünde kötülüğün dili kendi karanlığında yol alırken, bizim dilimizden dökülen kelimeler ne anlatıyor?

Hayalimizi destekleyen umudu içimizde taşıyor muyuz?

Sîretlerimizden, suretlerimizin yeniden yaratılacağı ahiret gününe inanıyor muyuz?

Biz kimiz?

Nereden geldik?

Bu gidiş nereye?