Herkesin yaptığı işe göre derecesi vardır.
Rabbin bunlardan habersiz değildir.
(En’am 132)
Dünya, sessiz bir ayna misali… her göz orada kendi yansımasını seyreder. Belki de her can kendi iç manzarasını oluşturmak üzere, bir tuvalde yolculuk etmektedir. Bize verilen geniş çerçeve, algımıza göre şekillenir. Tıpkı farklı mesleklerden oluşan bir grubun aynı gezi sırasında bambaşka detaylara odaklanması gibi, her birimiz dünyaya ve onun sunduklarına kendimize özgü pencereden bakarız. Peki, aynı manzara karşısında neden bu denli farklı algılar yeşertiriz? Cevap, büyük ölçüde benimsediğimiz bakış açısının derinliklerinde saklıdır.
Biyolog, karşısındaki doğal güzellikte yaşamın karmaşık örgüsünü, türler arasındaki hassas dengeyi ve ekosistemin inceliklerini okur. Onun nazarı, canlıların yapısından işlevine, aralarındaki etkileşimden hayatta kalma mücadelelerine kadar uzanır. Ziraatçi için aynı görüntü, toprağın bereketi, bitki tohumunun potansiyeli, suyun yaşam kaynağı oluşu ve gelecekteki hasadın müjdesiyle anlam kazanır. O, doğayı üretim alanı olarak değerlendirir ve algısı pratik fayda üzerine kuruludur. Ressam ise aynı manzarayı renklerin dansı, ışığın oyunu, gölgelerin derinliği ve formların ahenkli birlikteliği olarak deneyimler. Onun için manzara, duygusal ifade aracı, tuvale aktarılmayı bekleyen ilham kaynağıdır. Zira dünya, her sanatçının kendi fırça darbeleriyle anlam kattığı devasa bir sanat atölyesidir.
Ancak algılarımız sadece mesleki bilgi ve deneyimlerimizin ürünü değildir. Tabiata öylesine bakanlar dahi, hayal güçlerinin ve iç dünyalarının zenginliği oranında farklı deneyimler yaşarlar. Çünkü her bireyin algısal filtresi, benzersiz bir geçmişin, coğrafyanın, iklimin, kültürün, örfün, aile yapısının ve kişiliğin izlerini taşır. Çocukluğunda bir bahçenin yeşillikleri arasında koşup oynamış birinin ağaca bakışı ile şehirde beton duvarlar arasında büyümüş birinin bakışı aynı olabilir mi?
Gözün fiziksel sınırlarının algımızın ilk aşamasındaki rolü yadsınamaz. Ancak gördüklerimizi anlamlandıran ve yorumlayan asıl unsur, sahip olduğumuz bilişsel çerçevedir. Algı, sadece retinaya ulaşan ışık huzmelerinden ibaret değildir; bu huzmelerin zihnimizde nasıl işlendiği, hangi anlam katmanlarıyla ilişkilendirildiği ve hangi duygusal tepkileri tetiklediği asıl belirleyicidir. Dolayısıyla, gözün sınırları tek başına algı farklılıklarını açıklamada yetersiz kalır.
İşte bu noktada "derece" kavramı bakış açımızla iç içe geçer. Herhangi bir manzara, sayısız katman, detay ve ilişki barındırır. İnsan zihni, sınırlı işlem kapasitesi nedeniyle bu katmanların tamamını aynı anda ve aynı derinlikte algılayamaz. Benimsediğimiz perspektif, hangi katmanlara odaklanacağımızı, hangilerini önceleyeceğimizi ve hangilerini göz ardı edeceğimizi belirler. Dikkatimiz, tıpkı bir ışık huzmesi gibi, manzaranın belirli noktalarını aydınlatırken bazı noktalarını flu hale getirir. Daha da ötesi ön yargımız olan yerleri karanlıkta bırakır.
Paul Tillich'in ifadesiyle: "Ancak sevgi, nesnenin derinliğini açığa çıkarır." Bu söz, algısal yaklaşımımızın sadece bilgi ve deneyimle değil, aynı zamanda duygusal bağlarımızla ve ilgi alanlarımızla da şekillendiğini çarpıcı şekilde özetler. Örneğin, memleketimizde bulunan Ashab-ı Kehf ve onun hikayesinin metafizik alanda yaptırdığı yolculuk, çocukluk yıllarımızda içimize yerleşen bir muhabbet kaynağıdır. Bu ilçede büyümüş olmamız, Ashab-ı Kehf’i bizim için sadece taş ve topraktan ibaret bir mekân olmaktan çıkarır; inancın, cesaretin ve sadakatin canlı bir sembolüne dönüştürür. Bir şeye duyduğumuz sevgi, merak veya ilgi, o şeye farklı bir anlayışla bakmamızı ve onun daha derin anlam katmanlarını görmemizi sağlar. İç dünyamız anlam arayışımızın sahnesi ise, her birimizin kendi rolünü ve dekorunu inşa etmesi de kaçınılmazdır. Bu durumda her birimiz kendi hakikatimizin mimarıyız diyebiliriz. Ancak inşa ettiğimiz hakikat bütünü kapsar mı? yoksa sadece hakikatten bir pay mıdır?
Çoğu zaman nokta-i nazarımızın yanıltıcılığına kapılırız. Baktığımız noktayı merkeze koyup tüm daireyi gördüğümüzü zannetmek, belki de en büyük yanılgımızdır. Gözümüzün görebildiği ve zihnimizin anlamlandırabildiği sınırlı alanı mutlak gerçeklik sanmak, büyük bir gaflettir. Oysa biliriz ki insan, sevdiğine yönelir ve sevdiğini anlayabilmek için çaba gösterir. Aynı hedefe yönelmeyenlerin çabasından aynı içsel inkişaf nasıl doğabilir?
Duygu, düşünce ve fikir, tıpkı ruh gibi yukarıya doğru yükselirken, beden katıdır ve yer çekimine tabidir. O yüzden sadece maddenin oluşturduğu görüntülere nazar edenlerin manzarası donuk ve yüzeysel kalır. O maddenin ardındaki duyguları anlayabilmek için emek vermek, empati kurmak ve sevmek gerekir. Sevgili peygamberimiz “ Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.” Hadisiyle konuyu özetler. Mana göğe yükselirken madde yeryüzünde kök salar. Ruh bedenden ayrıldığında, bedenimiz toprağa kavuşmanın huzurunu bulacaktır. Ahiret ise, bu dünyadaki resmimizin, amellerimizle, niyetlerimizle ve gönül dünyamızın tüm detaylarıyla ortaya çıktığı manzara olacaktır.
Sonuç olarak, aynı manzaraya bakarken farklı şeyler deneyimlememizin temel nedeni, her birimizin dünyaya ve onun sunduklarına özgü bir algılama biçimiyle yaklaşmamızdır. Bu bakış açısı, kişisel tarihimiz, kültürel bagajımız, mesleki uzmanlığımız ve en derin duygusal yatırımlarımız tarafından sürekli olarak yeniden şekillendirilir. Zihinsel modelimiz, algımızın bir filtresi gibi işler, neyi göreceğimizi, nasıl anlamlandıracağımızı ve hangi duygusal tepkileri vereceğimizi belirler. Dolayısıyla, dünyayı ve birbirimizi gerçekten anlamak için, sadece bakmakla kalmayıp, farklı algılama biçimlerine ışık tutmak hayati bir önem taşır. Çünkü bakışın kuşatıcılığı, farklı perspektiflerin de olabileceğini fark ederek o ihtimalleri merak edebilmekle mümkün olur.