Her köy ve kasabada iş bitirici, açıkgöz, tuttuğunu koparan cinsten insanlar olurdu eskiden. Belki şimdi de vardır ancak şartlar değiştiği için böylelerinin varlığından haberdar değiliz yahut da bir çok iş geçmişe göre kolaylaştığından onları daha az arar olduk. İşte bizim kasabada da gerçek adını çocukları ve yakınları dışında pek kimsenin hatırlamadığı yahut bilmediği böyle birisi vardı. Yani o yıllarda Afşin yahut Elbistan’da ya da çevre köy ve kasabalarda hatta il merkezinde işi olanların, bu gibi insanlardan yardım isteklerinin hiç de geri çevrilmediği bilinirdi.

Bahsettiğim kişilerden birisi de ismine galatı meşhur olarak “Tahı” ya da “Tahı Mehmet” –o günün söylenişiyle Tahı Memmet- adıyla maruf Mehmet Tahir amca idi. Öyle ki isminin Mehmet Tahir olduğunu ben bile daha geçenlerde öğrendim. O da babası hakkında, aklımdan kalan bir cümlesinden dolayı bu yazıyı kaleme alacağımı bildirdiğim, nüfustaki adı başka olsa da bizim neslin “Şeref” diye bildiği oğluyla görüşmem sayesinde oldu.


Tahı Memmet, uyanık bir kasabalı olmakla birlikte çalışkanlığıyla da bilinirdi. Kasabanın tamamına yakını çiftçi olmasına rağmen, onun tarla taban işiyle bir meşguliyetini pek hatırlamıyorum. Ya tarlası yoktu yahut da babasından kalan az miktardaki araziyi kardeşleri ekip saçtıkları için -“ekip saçma” tabiri bizim bölgede halen kullanılıyor mu bilmem ama çiftçilikten genel olarak 1990’li yıllara kadar bu şekilde bahsedilirdi- onu daha ziyade başkaca işlerle meşgul olurdu.


İş bitirici dedim de aklıma geldi, Türkiye genelinde 1960 yılından itibaren Avrupa ülkelerine çalışmaya giden işçilerle ilgili bir konuyu da Mulla Dayım’dan duyduklarımı burada aktarmak isterim. Dayım 1971 yılının Şubat ayında Hollanda’ya çalışmaya gidiyor. Malum o gün bugün yurtdışında çalışanlara genel olarak “Almancı” denilir. Bilenler bilir 1960 yılında başlayan, İstanbul Sirkeci Tren Garından Almanya’nın Köln şehrine yolcu edilen, kimi zaman Gurbetçi diye isimlendirilen bu işçiler, süreç içerisinde yüzbinlere/milyonlara ulaşmıştı. 1974 yılından sonra geri dönüşler başlamış ise de çoğunun bulundukları ülkelere, ülkemizden ailelerini de yanlarına götürmüş ve yerleşmişlerdi. Ve gurbet ellerde doğan çocukları oralarda evlenip, yerleşmiş ve hatta onbinlercesinin de torunları aynı memleketlerde dünyaya geldiği için bugün milyonları bulmuş vaziyetteler.


İşte dayımda muhtemelen o günlerde, belki de askerlik dönüşünde yurtdışına gitmek için yazılmış. Ancak kendisi çağrıldığında 30 yaşını geçtiği için umutla beklediği bu Almanya’ya gitme imkanı kalmamış. İşte burada Tahı Emmi devreye giriyor ve nüfusta dayımın işini hallediyor. Nasıl yani dediğinizi duyar gibi oluyorum aziz okuyucular biraz sabır. Elbette teferruatını da yazdığımda, “Demek ki o tarihte bu kadar işler kolaymış ha!”, diyeceğinizi duyar gibi oluyorum.
Efendim Mulla Dayım, bilinenin aksine ilk olarak Almanya’ya gitmemiş çalışmak için. Doğrudan Hollanda Krallığı’ndan aldığı davet mektubuyla, anılan ülkenin adı Türkiye’de pek de bilinmeyen, Groningen isimli şehrinin, bir kasabasında çalışmaya başlamış ve emeklilik sonrası da dahil yaklaşık 51 yıl burada yaşamıştı.


O tarihte şayet nüfus kaydına müdahale edilmese, dayım otuz yaşını geçtiği için de Hollanda’ya gitmek artık mümkün olamayacakmış. Bu arada nüfus hüviyet cüzdanıyla, nüfus kütüğünde kayıtlı yaşın değiştirilmesi işinde devreye Tahı Emmi girmiş. Dayım 1933 doğumlu olması sebebiyle normalde bu imkanı çoktan kaybetmiş görünüyormuş. Tahı Emmi onu Afşin Nüfus Müdürüyle tanıştırıp, “bu akrabam yurtdışına işe gidecek ama yaşı 32 olmuş. Bize yardımcı olur musunuz” diye istekte bulunuyor. Müdür bey, masasının çekmecesinden çıkardığı nüfus hüviyet cüzdanına -o tarihteki kimlik belgeleri neredeyse bugünün pasaportları ölçeğinde çok sayfalı defter şeklinde- ay ve gün sabit kalmak kaydıyla yıl hanesini 1935 olarak yazıp veriyor. Böylece işlerin geri kalanı kolaylıkla halloluyor.


Neyse efendim biz sözü dolaştırmadan yazının başlığına gelelim. Malum Afşin Elbistan Termik Santralı Çoğulhan Kasabası’nda inşa edildiği için burası 1976 senesinin Haziran ayında, Afşin ilçe merkezinden sonra bölgemizde elektrikle erkenden tanışıyor. Tabi o tarihlerde televizyon yayınları bölgede henüz izlenmeye başlamış. Televizyon yayınlarını izleyebilmek için de evlerin dam ve çatılarında bulunan alüminyumdan mamül tv antenleri, Malatya yönüne çevriliyor ve akşam saat 19:30’da başlayan yayınlar iple çekiliyordu. Bu yayınlar hafta sonu ise saat 13:00 gibi başlıyordu.


Tabi henüz Çoğulhan’a elektrik şebekesinden cereyan verilmemişken merkezde bulunan iki ayrı kahvehane sahibi işyerlerine akü ile çalışan televizyon almışlardı. Bunlardan birisi komşumuz Cilis Ali, diğeri de Tekelerin Bayram idi. Akşamları başlayan ilk yayını izleyebilmek için bizim gibi ilkokul çağında olanlar, hınca hınç olan kahvenin içerisine giremediği için ancak dışarıdan izlemeye çalışırdık. Sadece görüntüleri -o da televizyona yaklaşık 10 metre mesrafeden bakabildiğimiz için- bulanık görür, konuşmaları de hem duymaz, daysak bile anlamazdık.


Tabi televizyon dediğimiz -sonradan Led olanlar icad edilince, bunlara tüplü tv denilmeye başlanmıştı- kocaman cihazların açılıp kapatılması da her kula nasip olmazdı. Bilip gördüğüm kadarıyla, Cilis Ali’nin kahvesinde televizyonu bizzat kendisi açardı. Şayet o olmazsa kasabada herkesin adını “Çavuş” diye bildiği, yakın komşumuz olmasına rağmen benim bile neredeyse kırk yıl sonra isminin İsmail olduğunu öğrendiğim büyük oğlu, televizyonun düğmesini çevirmeye mezun ve yetkiliydi! Şayet kahvehanede ağabeyi ve babası yok ise bu özel iş Ömer Ali’ye kalırdı. Anlayacağınız bu cihazlara dokunmak bile pek mühimdi vesselam…


Televizyonun düğmesini yayın başlamadan önce açarsanız, siyah beyaz noktalardan oluşan adına “karlı” dediğimiz hışırtılı bir ekran görülürdü. Yayına 10 dakika kadar kaldığında bu kez iç içe geçmiş dairelerden oluşan bir görüntü çıkar akabinde de yayın akışı başlardı. Tabi ki tüm yayınların siyah beyaz olduğunu söylemeye gerek yok. Hatta kimi film ya da diziler eğer orijinalinde renkli olsalar bile televizyonlarımız siyah beyaz olduğu için biz izleyiciler açısından değişen bir şey olmazdı.


O yıllarda, benzeri neredeyse ülke genelinde aynı olan bir başka olgu da mahallede yahut sokakta en hali vakti yerinde olanların öncelikle televizyon satın aldıklarıydı. Bugünden farklı olarak o tarihlerde insanlar çoğunlukla ayaklarını yorganlarına göre uzatır, maddi durumlarını aşan eşya vs. satın almaya kalkmazlardı. İşte tam da bu dönemde Tahı Emmi de mahallemizde evine ilk televizyon satın alanlar arasına girmişti.


Çocukluğumuzda bizzat şahit olduğumuz şekliyle, bir eve televizyon alındığında, konu komşu, yakın ya da uzak akraba mutlaka haftanın en az bir günü size akşam misafirliğe gelirdi. Öyle ki bu misafirler değişse de neredeyse haftanın yedi günü eviniz boş kalmazdı. Tabi süreç içerisinde mahallede ya da sokaktaki evlerden televizyon satın almalar çoğaldıkça akşama misafiriniz azalır/seyrekleşirdi.
Tahı Emmi’nin evi de misafiri bol olan hanelerdenmiş. Akrabası da olan Yusuf Ede, akşam namazını evinde ya da camide eda ettikten sonra, soluğu onların evinde alırmış. Ama neredeyse haftanın yedi günü firesiz bu misafirlikler devam edermiş. Sahi bu arada yazmayı unuttum, televizyonlar bu günkü gibi 7/24 program yapmadıklarından, geçe saat 24:00’de yayınları biterdi. Yayının son dakikalarında ise İstiklal Marşı okunur ve bu aynada bayrağımız da göndere çekilirdi.


İşte sürekli olarak İstiklal Marşı ve bayrağın göndere çekildiği ana kadar misafirliğine sürdüren Yusuf Ede’nin, bu konukluğundan canı sıkılan ev sahibi o gün daha erken bir saatte televizyonu düğmesinden kapatarak, sert sözlerle “bugün bayrağı diktirmeyeceğim arkadaş!” diyerek misafirini uğurlamış…


Şimdi bu yazıyı okuma lütfunda bulunan gençler benzer davranışları babaları yahut dedelerinden sorduklarında teyit edeceklerini hatırlatır sağlık ve esenlikler dilerim.