Deveye sormuşlar “boynun neden eğridir?” deve demiş ki: “nerem doğru ki?”

            Bugün hangi konuyu yazayım diye düşünüyorum. Hangi eksik olduğumuz meseleyi ele alayım? Aile yapımıza ve değerlerimize ters olmasına rağmen uygulanmaya çalışılan kanun ve yönetmeliklerle parçalanmış aile yapımızdan mı, başta kutsalları yok edildiği için Deizm’in ve Ateizmin kucağına itilen gençlerimizden mi, gerçek sorunları görmemezlikten gelen ve kişisel çıkarlara hizmet aracı haline getirilmiş siyasi yapımızdan mı, Allah’ın verdiği nimetlerin şükrünü yerine getirmek yerine onları kendimizden bilerek içerisine düşmüş olduğumuz güç zehirlenmesinden mi, bir maçtaki bir futbolcunun gördüğü kart kadar kıymet görmeyen dini değerlerimizden mi, Gazze’de şehit edilen otuz binden fazla insanın bir derbi maçının hakeminin kim olacağı kadar dahi gündem olmamasından mı, toplumların geleceklerine ışık tutabilecek projeler hazırlayan ilim adamlarının televizyon ekranlarda bir siyasetçi veya emekli futbol hakemleri kadar yer bulamamasından mı, sahasında en otoriter bilim adamlarının konferanslarının 5-10 kişi tarafından dinlenirken bir şarkıcının on binlerce kişi tarafından dinlenmesinden mi?

            Bilemedim hangisini yazacağımı. Yazsam da karşılık bulamayacağını düşünerek birçoğundan vaz geçtim.   Fakat vicdanen bir şeyler yazmak ve söylemek zorunda hissettiğim için bazı şeyleri yazmaya karar verdim. Gelinen noktada içerisine düşmüş olduğumuz kokuşmuşluğu birkaç kelime ile de olsa gündeme taşımayı arzuladım. “Ümmetimde iki sınıf vardır. Onlar düzgün olursa diğer insanlarda düzgün olur. Onlar bozulursa diğer insanlarda bozulur: Âlimler ve İdareciler” hadis-i şerifi gereğince bazı noktalara dikkat çekmek istedim.

            Bir toplumun düzelmesi âlimlerin ve idarecilerin düzelmesine bağlıdır. İdarecilerin düzelmesi de âlimlerin düzgün olmasına bağlıdır denilir. Yani âlimler, ilim sahibi kimseler idarecilere yol göstermeli, onların yanlışlarını hatırlatmalıdırlar. İdareciler de kendilerine yapılan bu ikazları dikkate alarak yanlışlarından vaz geçmelidir. ilim ve ilim sahibi kimseler siyasetin kontrolünde değil, siyaset ilimin kontrolünde olmalıdır.  Onun kontrolünde ilerlemelidir. Fatih Sultan Mehmed’i Fatih yapan en önemli kişi Akşemseddin idi. Kanuni Sultan Süleyman’a yol gösteren Ebu’s-Suud efendi idi.  İlim ehli insanlar yol gösterecek idareciler ve yöneticiler de o yolda ilerleyecek. Olması gereken bu. Aksi olursa faydadan çok zarar getirecektir.

            Toplum olarak üretmeden TÜKETEN bir hale geldik. Bilhassa da gençler olmak üzere herkes üretmeden tüketmenin peşindeyiz. Üretim diye bir derdimiz kalmadı. Herkes para kazanmanın değil kolay para kazanmanın peşine düşmüş durumda. Tüketim arzularımız arttığı gibi israf da o kadar arttı. Kolay kazandığımız için çok kolay bir şekilde israf etmeye başladık. Üretimi olmayan ve israfın önüne geçmeyen bir toplumun ilerlemesi asla mümkün değildir. Öyle bir gençlik yetişti ki asla üretmeyi düşünmeyen ve midesinden başka bir şeyde düşünmeyen bir topluluk oluştu. Üretmeden sınırsızca tüketen bir toplumda hangi ekonomik tedbiri alırsan al olumlu ve kalıcı bir netice almam mümkün değildir.

            Eskiden bir masal anlatılırdı. Adamın biri çok derin bir kuyuya düşmüş. Kuyu o kadar derinmiş ki çıkışındaki ışık dahi gözükmüyormuş.  Adam oradan çıkabilmenin yolu araştırırken karşısına koca bir kuş çıkmış. Kuş buna: “Bana yemeği mi verirsen ben seni çıkarırım. Seni sırtıma alacağım ben “ah” dedikçe ağzıma ekmek, “ıh” dedikçe su vereceksin. Eğer dediğim anda vermez isen seni hemen orada atarım” demiş. Adam da yanında biraz ekmek varmış, kuyudan da su almış ve kuşun sırtına binmiş. O “ah” dedikçe ekmek, “ıh” dedikçe su veriyor ve bu arada yukarı doğru çıkıyorlarmış. Çıkışa yaklaşmışlar ama adamın ekmeği bitmiş. Tekrar kuyuya düşmemek için kuş “ah” dedikçe bedeninden bir yeri keserek kuşa vermeye başlamış ve bu şekilde dışarı çıkmış.

            Maalesef

İçinde bulunduğumuz toplum bu masaldaki hali hatırlatıyor.  Hiç üretmeden sürekli tüketmeyi ister olduk. Hiç üretmeden herkesi tatmin etmeye çalışır olduk. Herkes maddi anlamda tatmin olmak istiyor. Biz de onları tatmin etmeye çalışıyoruz. “Hazıra dağ dayanmaz”  demiş atalarımız. Ne kadar vereceksin veya verdiklerini ne kadar memnun edeceksin. Bu mümkün değil. Suriyeli mültecileri eleştiriyoruz ama şu anda Suriyeli işçiler piyasadan bir çekilsin, çoğu sektör işçi bulamaz ve çökecek noktaya gelir. Bizim gençlerimiz maalesef çalışmıyor. Atölyelerde işçi bulunmuyor. 50-60 bin kişilik statları, miting meydanlarını doldurmakta sıkıntı çekmezken 50 kişilik bir atölyeyi ayakta tutacak eleman bulamıyoruz. Tarlalarda çalışacak amele bulmak ise imkânsız hale gelmiş.

            Durumun bu noktaya gelmesinde birçok sebep olmakla birlikte yanlış eğitim politikalarının çok daha fazla etkili olduğunu söyleyebiliriz. Hala 12 yıllık zorunlu eğitimde ısrar ediliyor. Herkes okumak zorunda değil. Okumak isteyen insana imkân sunacaksın. Sen bir kişiyi 12 sene okullarda zorunlu olarak tuttuğunda onun karşısında çıkabilecek birçok imkândan onu mahrum edeceksin. 19-20 yaşında liseyi bitiren bir genç bir daha geriye dönüp bir meslek araştırmıyor. Araştıramıyor. Okumaktan başka çaresinin olmadığını düşünerek üniversiteye girmenin yollarını arıyor. Üniversitelere girişte de baraj puanları kalktığı için öğrenci bir iki netle bir üniversiteye yerleşiyor. 4-5 sene de orada devam ediyor ve mezun olduktan sonra hayatın gerçek yüzü ile karşılaşıyor ama bu aşamamadan sonra da yapacak bir şey kalmıyor.

            Hastalığın tedavisinde doğru tedavi kadar doğru teşhis te önemlidir. Yanlış teşhis doğru tedavi şansını ortadan kaldırır. Hastalığı tedavi etmediği gibi yanlış ilaçlarla hastalığı daha da artırır ve başka hastalıkların ortaya çıkmasına da sebep olabilir. Onun için sorunları doğru teşhis edip doğru yerden başlamak esastır.