Çok şükür sana Allah’ım! Binlerce, hem de binlerce…

Bilmiyorum, katınızdaki ubȗdiyet aidiyetimi, niteliğimi ve niceliğimi... Tek bildiğim varsa kendi tarassudumda; günahkârım, kusurluyum, defoluyum. Acizim, fakirim, biçare bendenizim; amelsizim, azıksızım, hazırlıksızım. Fakat buna rağmen “Ervah-ı âlem”de nasıl bir imtiyaza sahibim ki beni yılandan akrepten kaçındığım gibi kaçındıklarımdan etmedin. Onların safında tutmadın. Onlara kalbimi ısındırmadın. Onların düştüğü derekeye düşürmedin ve yalnız bırakmadın.

Kula kulluk yerine, senin kulluğunda kậim kıldın. Devamını dilerim Allah’ım! İzzetinle ikramınla şerefyap eyle.

Şayet esirgemeseydin, kollamasaydın şu anda pek ȃlȃ bir Haşhaşici olabilirdim. Bir Pensilvanya’lının muhibbanı sayılabilirdim. Aşırı oranda narkozlanarak uyutulabilir, uyuşturulabilirdim. Bu bağlamda meşru daireden çıkabilirdim. Dolayısıyla karaya ak, aka kara diyebilir; yalın gerçeklere sünger çekebilirdim. Kör şeytanı bana güldürmediğin için hamd ü senalar sana Yarabbi!

“Hoşgörü” adı altında, “Diyalog” adı altında, “istavroz”a yakın durmak suretiyle, “hilal”den ödün verdirtmediğin için…

Vatikan’ı özümseterek, Kudüs’ü unutturmadığın için…

Öksüz “Mescid-i Aksa”yı ruhumdan ayırmadığın için…

Başka dinin saliklerini baş tacı yaparak, kendi din kardeşlerimi dışlatmadığın için…

Şükran, şükran, şükran…

Başkaca ne desem, nasıl davransam ve nasıl “tazarru”da bulunsam ki?

Söz ve eylemlerimin kifayetsizliğini, kalemimin işlevsizliğini ve zor şartlar karşısında dirençsizliğimi kabulleniyorum. Söylemem gerekirse cılız bir noktadayım ve “HİÇ”liğimin farkındayım. Lûtfun ve keremin yetişmese, rahmetin kuşatmasa “kemter”liğim mutlaka daha da artacaktı. Çekip çevirdin yönümü, hoş nazarınla…

Yoksa en müstekreh arzularla şanı yüce Peygamberimizin yüceliğini (hȃşȃ sümme) hafife alarak; “zat-ı pậki”ni istismara yeltenerek tatmine çalışanların kuyruğuna takılabilirdim.

“Ezan-ı Muhammedȋ”den inhirafla, “Ehl-i Salip” tabakası gocunmasın hassasiyetiyle (!) şehadet ikrarının kaldırılmasına göz yumabilirdim.

Sahte rüyaları servise sokarak, çalgılı çengili olimpiyatlara “Hatemü’l Enbiya”nın teşrifini savunabilirdim.

Ya Hak!

Ya Vedud!

Ya Müstean!

Secdeye mıhlansam ve hiç doğrulmasam, öylece kalakalsam iltica makamında…

Yardıma muhtaç “üftȃde”yi yanlış yola saptırmadığın, bataklığa saplandırmadığın, sapkınların semtine uğratmadığın için…

Din baronlarıyla din bezirgânlarıyla yıldızımı barıştırmadığın için…

"Mukallit Mesih”lerle "Maydanoz Mehdi”lerle “Lacivert Takkeli”lerle “Sümsük Müslümanlar”la bir gönül köprüsü kurdurtmadığın için…

Ananas alıp, tespih sattırmadığın için…

Mürailerin bedduasına “âmin” tezahürüyle katkı sağlatmadığın için…

Şükran sana elfü elfü şükran!..

Ey zeminin, semȃvȃtın sahibi!

Ey “Kadiri külli şey’in!”

Bencileyin bir “geda”yı, vaktiyle milletin paralarını söğüşleyen, “himmet” devşiricilerinden ayırdın ya…

Zamanın fitne merkezi konumundaki Zaman Gazetesini, buz damı soğukluğundaki paralel dergileri okumaktan alıkoydun ya… Samanyolu’nun samanlık programlarını izlettirmedin ya…

Para hırsıyla ortalığı kokutan “Lacivert Takkeli”lerin çizgisine yaklaştırmadın ya…

Din adına ahkậm kesen, ekran goygoycusu sapık “çağdaş belam”lara itibar ettirmedin ya…

Dış mihrakların tasallutundan, tasmalı vatan hainlerinin kimliksiz kişiliğinden uzak tuttun ya…

Parayla makamla mansıpla tanıştırmadın ya…

Gönül tokluğu verdin ya..

Dik duruşla omurgasızlıktan muhafaza buyurdun ya…

Vatanımı, bayrağımı, devletimi, milletimi, hürriyetimi canımdan aziz bildirdin ya…

Şükran sana nậ-mütenahȋ

Yetmez mi?.. Daha ne isterim/ isteyebilirim ki kapından? Bilcümle Müslüman din kardeşlerimizi de

aynı şekilde ırak eyle bu püsküllü belalardan…

“Elhamdü lillahi rabbil’alemȋn” (Sadakallahü'l-Azim)