-Patosun Kayışı Neden atar!-

Sanırım 1984 yılı Temmuz ayı sonu yahut Ağustos ayının başıydı. Fakat mahalli tabirle “tomus sıcakları” çoktan başlamış ve güneşin harareti beynimizi kaynatırcasına tepemize vuruyordu. Gerçi yaşlıların “ekin yetiren” diye tabir ettikleri bir tür aşırı sıcaklardan bahsettiğini de duymuştuk ama bu sanki onlardan da beterdi.

Hacı Hasgül Emmi; Çarmıklı’nın (Çarmıklı İnşaat Anonim Şirketi) Çoğulhan- Alemdar Yolundaki işçi koğuşlarının arka tarafındaki tarlasına ektiği buğdayı, samanı bol olsun diye biçerdöver yerine tırpancılara "tırpanlatmıştı". Haliyle başakları üzerinde bulunan buğdayların anadutla -öyle kolaycılık yok, "anadut" nedir yazmayacağım onu da siz öğrenin canım.- kara patosun (kısaca buğday başaklarını samandan ayıran makina diyelim) bulunduğu römorka kaldırılması kolay olmuyordu. Anadutla, bugday destesini aldığınızda dengeyi sağlamadığınız zaman, buğday başakları başınızdan aşağı doğru yere saçılıyordu. Acemiliğinize mi yanasınız yoksa perişanlığınıza mı ya da gömleğinizden göğsünüze doğru gömleğinizden içeri süzülüp kılçıklarıyla vücudunuzu tahriş eden saplarının verdiği kaşıntıya mı tercih sizin (çoktan seçmeli yani) artık, kararı siz verin.

Çalışanların başından bir dakika bile ayrılmayan tarla sahibi (hakkını yemek de olmaz hani, hiç birimize çalışmamıza dair tek bir kelime söz etmezdi) sanki adım adım sizi takip ediyor hissine kapılır ve bir dakika da olsa mola verip vermediğinizin sürekli kontrol altında tutulduğunuzu hissederdiniz. Bu nedenle güneşin altında sıkı bir çalışma disiplini içerisindeydik!

Daha önce hiçbir kimsenin tarlasında harman ya da patos işinde bu şekilde çalıştığımı hatırlamıyordum. Gerçi her yıl konu komşunun pancar tarlasına çapa için yevmiyeci olarak çalışmaya gittiğim olmuştu. Ama çapa yapmanın, patosta çalışmanın yanında esamesi bile okunmaz!..

O gün tarlada benimle birlikte çalışan; yakın arkadaşım ve mahalleden komşumuz Yasin, Aslan Emminin oğlu Cengiz, Hacı Omar’ın oğlu Hacıbiş ve şu an ismini hatırlamadığım, -acaba Davut muydu- bizim kasabadan bir arkadaşla birlikte tarla sahibinin oğlu Mıktad’ı da sayarsak (asıl ismi Mithat olmakla birlikte kasabada herkes ona “Mıkdat” dediği için el mecbur ben de adını böyle yazmak durumundayım) toplamda altı kişiydik.

Patosun sahibi ve Hacı Hasgül Emmiyi ilave edersek koca tarlada bulunanların sayısı toplamda sekiz kişi oluyordu. Fakat patos sahibinin işi, üzerinde patos monte edilen traktör romörkunu tarlanın uygun yerine park edip, harman makinasını da çalışır hale getirdikten sonra biterdi. Sadece patos kayış atarsa, yahut öğleyin yemek molasında traktörü stop ederse yeniden çalıştırdığında (kayışı tekrar ayarlamak için) bir yarım saat civarında uğraşır, bunun dışında traktörüne yakın bir noktada oyalanırdı.

Yasin ve ben ilk kez bu şekilde bir işte çalışıyorduk. Hacibiş, Cengiz ve diğer arkadaş ise (konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla) daha önce başka tarlalarda da buğday harmanında çalışmışlar. Tabi biz hem patosta ilk kez çalışıyor olmanın verdiği zorluk hem de tarla sahibinin titizliği sebebiyle, güneşin alnımıza vuran sıcağından sebebiyle adeta bir ateş çemberinde kalmış gibi terliyorduk.

Tarlada tek bir ağaç ya da gölgesinde dinlenebileceğimiz herhangi bir yapı da yoktu. Gölge olarak (tabi bizim oralarda “gölge”ye “kölge” denilir o başka) sadece patosun kurulduğu traktör romörkunun gölgesinden bahsedebilirsek de, burası hem çalışan makinanın sıcaklığı hem de yoğun saman tozu sebebiyle yaklaşılacak gibi değildi.

Arkadaşımla biz sigara içmiyor ve durmaksızın çalışıyorduk. Diğerleri ise (Mıkdat dahil) sigara içmekteydiler. Tabi Mıkdat römorkun üzerinde kurulu olan patosun haznesine, elindeki dirgenle sürekli buğday desteleri attığı için ancak iki saatte bir verilen 10 dakikalık molada (o da babasının yakında olup olmadığını gözetleyerek) sigarasını tellendiriyordu. Hasgül Emmi, işçilerin bu sigara içme işinden pek memnun değilse de, pek ses etmezdi. Kendisi de hiç sigara içmeyen ama çalışanlara da neden “cuvara içtiklerini” sormayan işverenimiz sadece “fazla avara olmayın” diye usulen ikazda bulunuyordu!

Hatırımda kaldığı kadarıyla Hasgül Emmi (gıyabında Hacı Hasgül diye bahsedilirse de ismini Hasgül diye biliyorum) tıpkı kardeşi gibi çiftçilikle geçinen ve bu nedenle evi ila tarlası arasında koşuşturan birisiydi. Neredeyse tüm vakit namazlarını camide cemaatle kılar, öğle ve yatsı namazlarındaki iki rekat olan vaktin son sünneti ise dörde tamamlayarak eda ederdi. Bu şekilde namaz kılan o tarihlerde sanki pek yoktu. Çocukluğumuzda bu iki kardeşin cemaatten farklı olarak, öğlen ve yatsı vakitlerinde iki rekat olan sünnet namazlarını neden dört rekat olarak kıldıklarını büyüklerimize sorduğumuzda, “Onlar şıha bağlı, şıhları da öyle tembihlemiş” derlerdi. Sonraki yıllarda bu iki kardeşin Darendeli bir şeyh efendiye müntesip olduklarını duymuştum.

Aslında komşu köyden (Alemdar köyü) olmalarına rağmen, ne zaman bizim kasabamıza taşındıklarını bilemediğim ama kendimi bildim bileli Çoğulhan’da yaşayan her iki kardeş, genel olarak sakin bir hayat sürer, kimseyle kavga gürültüleri olmaz, insanların aleyhlerinde tek kelime konuşmazlar ve bizim kasabada da onların gıyabında olumsuz söz söyleyene rastlanmazdı.

Vakit öğlene yaklaşmış saat on ikiyi çoktan geçmişti. Aslında bir taraftan yorulmuş bir taraftan da fena halde açıkmıştık. Lakin bir türlü çalışmaya ara verilmiyor dahası ne zaman ara verileceğini de bilen yahut tahmin eden de yoktu. Tarla sahibine kimse cesaret edip yemek molasının vakti hakkında bir soru da yöneltemediği için mecburen patoscuya (patos sahibine patoscu derdik) “emmi yemek için na zaman ara vericik işe” dedim. Adam önce anlamamış gibi yüzüme boş boş bakmış, sonra vaziyeti anlaması üzerine, “ben ne biliyim” Hasgül’e sorsana diye çıkışmıştı.

Neyse biz gelelim patos işine. Gün öğleye yaklaşmış, bir taraftan yorgunluk, bir taraftan susuzluk bizi halsizleştirdiği için ne zaman öğle yemeği için ara verilecek diye göz ucuyla birbirimize bakıyorduk. İşte tam bu esnada patosta büyük bir gürültü duyuldu ve kayış kasnaktan fırlayıp çıktı. Şimdi kıymetli ve muhterem okuyucu daha patosun ne olduğunu yeni yeni anlamaya başlamışken, “patosun kayışının atması” da ne ola ki derse şaşırmam. Şöyle izah etmeye çalışalım efendim. Patosun dediğimiz, buğday, arpa, fasülye ya da nohut saplarını öğüterek saman haline getiren harman makinasının çalışması için traktörden aldığı hareketi saman makinasına ileten bir tür kayış da denilen sert lastikten mamül 20 cm genişliğinde yaklaşık 10 metre uzunluğunda iki kasnak arasında dönen bir banttır.

Traktörün arka şaft miline bağlanan ve adına kasnak denilen dairesel bir mekanizma ile kara patosun haznesinin her iki tarafında yer alan, (adeta otomobil tekerleği büyüklüğünde ve makinanın sağ ve solunda iki kulak gibi duran) ve sistemin çalışmasını sağlayan diğer kasnak arasına takılan traktördeki kasnağın dönmesiyle buradan aldığı güçle diğer kasnağı döndürmek suretiyle mekanizmayı çalıştıran bir bant diye anlatabilirim.

Bu cümleden ne dediğimi anlayan az da olsa yazıyı okuyanlar arasından çıkacağı kesin diye düşünüyorum. Onların olayı anlamaları anlatımın başarısından değil de vaktiyle bu makinaların çalıştığını görmelerinden dolayıdır. Hal böyle iken “anlayanlar”, “anlamayanlara” bi zahmet anlatıversin.

Peki bu işi tafsilatıyla anlatan olmazsa konuya dair malumat sahibi olmayanlar ne mi yapmalı? O zaman hemen en yakın köye giderek (en yakın köy dediysek, -özellikle İstanbul’daki aziz okuyucular için yazıyorum, Mecidiyeköy, Karaköy yahut Küçükköy’e gitmesinler. Buralarda tarla mı var ki traktörle çalışan patos görsünler. Ancak Arnavutköy’e -Boyalık, Baklalı ve diğer köylerine- giderlerse buralarda belki patosu bulabilirler!) traktörle çalışan bir patos bulup (bu artık biraz zor tabi) nasıl işlediğini gözlemleyecekler yahut internetten fotoğrafını ve belki de çalışır halini gösterir bir video izlemek suretiyle meraklarını giderecekler. Başka yapacak bir şey yok. Benden bu kadar aziz okuyucu!

Bu anlatım; patosun çalışmasını daha önce bir şekilde görenler dışındakiler için yeterli olmadığı için, (lafı ne uzatıyorsun be kardeş diyenlere derim ki az sabır, konuyu kısa kesmemek ve tekrarın faydalı olduğuna inancımdan dolayı böyle yazıyorum) sizlere olan muhabbetim sebebiyle, yazıya bir de patosta çalışanlara ait fotoğraf ekledim. Yalnız bu fotoğrafa bakarak yazıda ismi geçenleri orada boşuna aramayın. Hiç birimiz orada değiliz. Çünkü ben o kadar uzak görüşlü olmadığım için gün gelirde bu konuyu face sayfamda nasıl olsa yazarım bari bir de günün anlam ve önemine binaen bir fotoğraf çektirelim diye düşünememişim!:))).

Tekrar gelelim kara patosun kayış atması meselesine. Aslında patos durup dururken kayış atmaz tabi. Bizim çalıştığımız harman makinasının kayışının neden attığını öğrenmek için patosta koltukçu olarak çalışan (koltukçu dediğimiz işçi patosun en yoğun çalışanı olup, traktörün üzerinde yer alır ve dört beş kişinin tarlanın köşe bucağından getirdiği buğday destelerini hazneye atar) Mıkdat’ın römorkun gölgesine inip, bir sigara tellendirdiği esnada, tütünün dumanını ağzından yukarıya doğru savurduğu esnada, “Hayırdır Mıkdat abi, ne oldu da patosun kayışı attı” diye sormam gerekiyormuş!

Meğer Mıkdat polis memuru olarak çalıştığı Adana’nın sıcağından kaçıp, biraz da dinlenebilmek ve yaz tatilini geçirmek kastıyla Çoğulhan’a geldiği günün ertesinde, tarlaya patosta çalışmak için götürülmesinin de etkisiyle, zaten burnundan soluyormuş. Bu esnada boğazına kadar terlediğinden gıcık olmuş, gözlerine giren tozlar kızarmasını sağlamış bir halde, canhıraş şekilde çalıştığı esnada elindeki dirgeni, büyük bir hışımla patosun haznesine atmasıyla birlikte, kayış atmış!

Mıkdat’ın konuya dair hiç unutmadığım özgün cümlesiyle yazımı tamamlıyor hepinize saygılarımı sunuyorum aziz okuyucularım.

Mıkdat ne mi demişti.

Aynen şu şekildeydi ifadesi:

“Bu gavur babam, eğer patosa dirgeni atıp çalışmasını durdurmasaydım hepimizi bu sıcakta öldürecekti!”

Bu yazıda ismi geçen Mıkdat ağabey, 06 Şubat 2023 depreminde, Elbistan’da vefat etmiştir. Başta depremde ölenler olmak üzere hepimizin yakınlarından, dost, arkadaş ve yarenlerinden ahirete irtihal edenlere şanı yüce olan Allah merhametiyle muamele eyleyip, cenneti ve cemaliyle müşerref kılsın inşallah...