Bir zamanlar insanlar sadece birbirinin sesini değil, kalbini de duyardı. Bir gözün buğusunda bir feryat gizliyse bakmak yeterdi anlamak için. Bir omzun düşüklüğünden yorgunluk okunurdu. Ve yardım etmek için çağrı beklenmezdi; hissedilirdi.

Zaman geçti. Biz değiştik. Ama en çok da içimiz değişti.

Artık insanlar koşmuyor yardıma, bakmıyor yanı başındaki acıya. Görüyor ama görmezden geliyor. Duyuyor ama duymazdan… Çünkü artık kimsenin kalbiyle ilgilendiği yok; sadece kendi konforuyla, kendi huzuruyla, kendi alanıyla ilgileniyor. Bir başkasının acısı, yalnızca kendi alanına girmediği sürece önemsiz sayılıyor.

“Bana dokunmasın da…” diye başlayan cümleler, yaşam tarzına dönüştü. Ne olursa olsun, yeter ki kendi düzeni bozulmasın isteyen bir kalabalık var artık. Bu yüzden bir çocuk ağlarken kimse dönüp bakmıyor, yaşlı bir kadın yolda dursa kimse koluna girmiyor, genç bir adam yorgun bakışlarla yürürken kimse merak etmiyor: “Neden böyle?”

Çünkü biz artık duygularımızı değil, sınırlarımızı koruyoruz. İyilik etmekten, kalbimizi göstermekten korkar olduk. Belki de haklı nedenlerimiz var: Suistimal edildik. Güvendiğimiz eller bizi itti, yardım ettiğimiz insanlar niyetimizi çarpıttı. Kimi zaman içtenliğimiz kullanıldı, kimi zaman iyi niyetimiz sömürüldü. Ve sonra öğrendik: Ne kadar saf olursan, o kadar kırılırsın. Ve kırıldıkça duvar örmeye başladık; kalbimizin etrafına, vicdanımızın üzerine…

Ama unuttuğumuz bir şey var: Kalbini korumak adına herkese kapatmak, aslında kendine de ulaşamamak demek. Bir başkasının acısını hissetmediğimizde, yavaş yavaş kendi insanlığımızı da kaybediyoruz. Çünkü insan, başkasının yükünü hafifletirken biraz daha “insan” olur. Merhamet, başkası için atılan her adımda büyür; korktukça değil, dokundukça çoğalır.

Bugün sokaklarda göz göze gelmekten kaçan insanlar yaşıyor. Aynı binada oturup birbirinin ismini bilmeyen komşular… Aynı sofrada oturup kalbini suskun taşıyan aileler… Ve herkesin dilinde aynı cümle: “Ne hâli varsa görsün.”

Oysa birinin hâliyle ilgilenmek, bazen onu hayatta tutan son bağdır. Bir tebessüm, bir “İyi misin?” sorusu… Düşünsene, bir cümle belki de bir hayat kurtaracak. Ama biz artık o cümleleri kurmaktan çekiniyoruz. Sessiz kalmak, güvenli geliyor.

Ama sessizlik büyüdükçe, içimizdeki insan küçülüyor.

Ve bir gün, yardıma ihtiyacımız olduğunda gözümüz kalabalığa dönecek. Ama o kalabalık artık bir orman gibi sessiz olacak. Çünkü kimse, kimseyi duymadığı bir yerde kimseye sesini de duyuramaz.

İşte bu yüzden, belki yeniden başlamalıyız. Küçükten… Bir selamla, bir el uzatmayla, bir yüreğe dokunarak. Çünkü hâlâ umut var. Hâlâ kalbinin sesini bastırmamış insanlar var. Ve belki… sen de onlardansındır.

Ve belki de en büyük sessizlik, bir kalbin başka bir kalbe dokunamadığı andır. Herkesin bir gün yardıma muhtaç kalacağı bu hayatta, iyilik beklemeden yapılan bir seçimdir. Bugün bir yüreğe dokunursan, yarın kendi yüreğinin atışını duyarsın.

Vicdanını susturma… Çünkü hâlâ duyan birileri kaldıysa, dünya umutsuz değil demektir.