Bu köşe yazısı Afşin ve Yöresi Tarihi adlı basıma hazır çalışmanın içinde bir konu başlığıdır. Bu yazımızda, kent, yöre, bölge ve Ortadoğu, Anadolu, Balkanlardaki Müslüman toplumların ortak coğrafyasını konu almıştır. Bu bakımdan yapılacak bilimsel çalışmalara önce isim verip araştırmanın yol haritasını daha sonra belirleyen tarih yazımlarından farklı olarak 4 yıl devam eden tarih okuma merakımın sonunda zihnimde doğan tarih ilgisi ve bilincim doğrultusunda dipten gelen bir yol haritası doğrultusunda bu çalışma ortaya çıkmıştır.

Kent, yöre, bölge ve tarihi coğrafyanın tarihsel yazım işi hem yazarına tarih formasyonu kazandırması hem de kent, yöre, bölge ve tarihi coğrafyanın kültürüne katkı yapması açısından oldukça önemli bir çalışmadır. Başlangıçta Afşin ve Yöresi Tarihi ve Kültürü yazmak için çıktığım yol, beni zorunlu olarak dört yıl tarih okumaya yöneltti. Afşin ve yöresinin tarihini yazayım derken, yanı başımızda komşu ilçeleri, Elbistan, Göksun, Andırın, Cela, Nurhak, kuzeye yöneldiğimde Sarız, Pınarbaşı, Bünyan ve Kayseri, Darende, Gürün, Şarkışla’dan Sivas’a uzandı. İç Anadolu, Konya, Emirdağ’a, Sonra güneye doğru inince, Maraş ve güney kazaları, Narlı, Türkoğlu, Pazarcık’ı, Antep’i ve ilçelerini, Urfa ve ilçelerini, Diyarbakır ve ilçelerini, Mardin ve ilçelerini, kuzeydoğu yönünde Gölbaşı, Besni ile Adıyaman’a, Hekimhan, Doğanşehir ile Malatya’ya, Sonra yine Suriye topraklarına girip Halep, Şam, Kudüs, Irak’a yönelip Musul, Kerkük ve Bağdat, Hicaz bölgesinde Medine ve Mekke, Sina’dan Mısır’a İskenderiye ve Kahire’ye, Akdeniz’e Kıbrıs’a, Ege adalarına, balkanlara, Karadeniz’e Kırım’a, Kafkaslara, Azerbaycan ve İran Azerbaycan’a kadar fihristte bulunacaktır.

10 yıllık çabanın ilk dört yılı içerisinde okuma, incleme-araştırmanın beni tarih ilmi konusunda formasyon kazandırdığını sanıyorum. Bu formasyon bana Bir Kent –Afşin- tarihi yazmanın bile ne denli araştırma ve çabaları gerektirdiği, ne kadar kaygan, belirsiz ve farklı sonuçlarla karşılaştırdığı, bizim kent tarihi de dahil olmak üzere tarih yazımında ne denli acemilikler çektiğimizi, bu yüzden de ülkemizin, yurdumuzun, tarihi coğrafyamızın tarihini günümüzde bile niçin ciddi planda yazamadığımızı, kendi tarihimizi yabancı tarihçilerden öğrenebildiğimizi, bunun da başkalarının bizi nasıl görüyorsa, bizim de bizi öyle görmemiz konusunda yönlendirdiğini fark etmemi sağladı. Tarih yazmak elbette kolay bir iş olmasa gerek. Yapılacak çalışmada yazar, tüm zamanlara hitap etmesi gerektiği kaygısını güderse, iş daha bir titiz, dikkatli ve ölçülü olmayı gerektirecektir.

Bir kentin tarihini yazmak söz konusu olduğu zaman kaynakları ilgi ve önem sırasına göre sınıflandırmak gerekmektedir. Öncelikle, elbette kentin adının geçtiği ilk elden, ikinci olarak da dolaylı belgelere başvurulur. Bunlar kendi içinde çeşitlere ayrılır: Ya başka bir konu vasıtasıyla gündeme gelen bir bilgi ya da veridir veya bir kişinin hatıratında geçen bir bilgi şeklinde gündeme gelir. Bu tür belgeler ya da veriler de bir kentin tarihi geçmişinin aydınlatılmasında önemli ipuçlarını oluşturur. Bir kentin geçmiş tarihi incelendiğinde karşınızda lime lime dökülmüş, yıpranmış desenli eski bir kilim gibi durur. Kentle ilgili her belge, her bilgi, her veri, hatta bir cümle ve kelime bu kilimin çözülmüş düğüm ve kopmuş ipliklerinin toparlanmasında önemli bir etken olmaktadır.

Kentleşme kültürü pek çok etkenlerin bir arada bulunmasını gerektiren bütünsel bir etkinlik alanını içerir. Bir şehir ortamının, dönemi için bölgenin şehirciliğe uygun birçok öğeyi barındıracağı doğaldır. Bir kent olabilmenin temel öğeleri; kimi dönemler öncelikle iyi korunan müstahkem bir bölge ya da coğrafi alan, kimi dönemlerde de coğrafi bölgenin ticari gelirinden yeterli pay almayı sağlayacak uygun bir yerdir. Kimi dönemlerde dini merkezlere, kimi dönemlerde ise, su kaynaklarına yakınlık önemli bir etken olmuştur. Kimi dönemlerde ise, bilgi ve irfan merkezlerine yakınlık önemsenmiştir. Yani bir yerleşim biriminin mevcut durumu, geçmişinden soyutlanarak belirlenemez. Yerleşim biriminin kurulmasını gerektirecek belli tabiî ve tarihi-dini şartları içeren yöre ve bölgeler, çekicilikleriyle insanları cezbederler. Bu yerler; ya sulak ve bitek bir yöredir veya korunmaya uygun, yolların kesiştiği ya da dini ve tarihi bir öneme sahip olan bir yerdir. Tarihte öne çıkan yerleşim birimleri ya günümüze kadar bir toplumsal yaşamın gerçekleştiği şehir ve kasabalar halinde varlıklarını korurlar ya da ancak terk edilmiş yığın halinde ayakta kalırlar. Ya yerleşim biriminin adı günümüze kadar gelir, ya da eski ismini çağrıştıracak değişimlere uğrar. Bu tür yerleşim birimlerine dünyanın çoğu yerinde rastlanır. İşte şirin ilçemiz Afşin de bunlardan biridir.

Afşin ve yöresinin geçmiş tarihi içinde bu saydığımız önceliklerin tümüne uygun düştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Kalesiyle ünlü Arabissos (Afşin) İlk ve Orta Çağlarda iyi korunabilen müstahkem bir kale olmasıyla ünlenmiştir. Yine ilçemiz, Anadolu’yu doğudan batıya, kuzeyden güneye doğru seyreden ticarî ve askeri sefer yollarının çakıştığı noktaya yakın olan kavşak noktasında kurulmuş bir kenttir. (W. M. Ramsay, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, Çev. Mihri Pektaş, MEB, ME Basımevi, İst., 1939, s. 271, Özgün adı: The Historical Geography of Asia Minor, Kadîm Küçük Asya Haritası).

Böylelikle tarihte, Anadolu’daki ticaret hacminden yeterince pay alan kentlerden birinin de yine Afşin (Arabissos) olduğu rahatlıkla söylenilebilir. Bir kentin geçmişinin dini bir merkeze yakın olması söz konusu edildiğinde de Afşin’in, buna en yakın kentler arasında olduğu ortaya çıkar. Tarihte gerek Hıristiyanlar, gerekse Müslümanlarca dini mekan olarak görülen Ashab-ı Kehf Külliyesinin bulunduğu yerin, ilçemize yalnızca 6 km uzaklıkta olması Afşin’in bu öğeye de sahip olduğuna taraflı tarafsız herkesi ikna edebilecek belgelere sahip olduğu görülür. Eğer su kaynaklarının bol olduğu bölge olma öğesi söz konusu edilirse, hem Hurman hem de Göksun Çayları ile Emirli Köyü’ndeki Çoban Pınarı ve Alim Pınarı Köyü’ndeki Kaya Pınarı ve Emirilyas Köyü’ndeki Mağara Gözü’nün suları asırlardan beri Afşin ve yöresinin gerek sulama gerekse içme suyu ihtiyacını karşılamıştır. (Ancak günümüzde su kaynaklarımız hızla artan nüfusun ihtiyacını karşılamaya yetmediğinden Afşin Belediyesi Akdere Su Projesi kapsamında 45 km.den yeni içme suyu getirmek mümkün olacaktı). Bir kentin bilim ve kültür merkezlerine yakınlığı söz konusu edildiğinde de, yine Afşin’in Ashab-ı Kehf Külliyesinde Selçuklu ve Osmanlılar dönemi içinde 1842’lere, hatta Başbakanlık Arşiv Belgelerinden birine göre, 1859’lara kadar öğrenimini sürdüren bir medresenin olduğu ve buna Afşin’in 6 km uzaklıkta bulunduğu gerçeği göz önüne alındığında ilçemizin bu şartı da taşıdığı açıkça görülür. (BOA’daki bir belgeye göre, bu medresenin hocalarından Efsus kazası hanedanından ve Ashab-ı Kehf zaviyedarlarından Mustafa Sıdkı Efendi, Bursa veya Edirne Ruusu ünvanı payesiyle ödüllendirilmiştir). Afşin’in bazı meczuplarının bile birbirlerine hitap ederken nezaketi elden bırakmamaları ilginçtir. ‘Rica ederim Mustafa Efendi’, ‘Ben rica ederim Hamit Efendi’ diye birbirlerine iltifat etmelerindeki nezaketin ipuçlarını Ashab-ı Kehf’deki medrese öğretiminin oluşturduğu bilim ve irfan ortamında, kendisi bir köy olduğu halde bedesteni olan bir çarşısında ve esnaf kültürünü yaşatmasında aramak durumundayız.