Ülkemizde demografik yapının Batı ülkelerinde olduğu gibi geleceğinden endişe edilen bir ülke olacağının dillendirilmeye başlanması yetkililerimizi nüfus artışının olağan düzeye çıkarılması için ek tedbirler almaya yöneltti. Bu nedenle sorumlu akademisyenler aile kavramı ve sorunu üzerine kafa yormaya başladılar. Ben de Yeni Türkiye Stratejik Araştırmalar Merkezi’nce yayımlanan Aile Özel sayısında yayımlanan Aile Sağlıklı Toplum Yapısının Sigortası mıdır? Başlıklı makalemden bazı bölümleri Yeşil Afşin Gazetesinde hemşerilerimle paylaşmak istedim.

Aile, ebeveynler ve çocuklarıyla oluşan grup. Çocuk yoksa aile halkı ebeveynlerden oluşur. Her evlilik muhtemel aile ise fiili topluluktur. Çocuk katılırsa muhtemel toplum gerçek topluluk haline gelir. Aile, kabaca bir kişinin bakmakla yükümlü olduğu hane halkı, bağımlılar ve geçimini sağlama, besleme, bakma anlamlarına gelmektedir.

1.Aile Sözcüğünün Etimolojisi

Aile sözcüğünün etimolojisine gelince; bize Arapça el-ailete’den geçmiştir. “Nesep ve evlilikle bir araya gelmiş, bir çatı altında bulunan topluluk” anlamına gelir. Bir kişinin karısı, ev halkı, aynı gaye için çalışan kimselerin hepsi: matbuat ailesi. Bir kişinin bakmakla yükümlü olduğu hane halkı, bağımlılar ve geçimini sağlama, besleme, bakma anlamlarına gelmektedir.

“A fundamental social group in society typically consisting of one or two parents and their children.” Aile, küçük bir sosyal gruptur. Normal olarak bugünün ailesi baba, anne, bir veya daha fazla evlenmemiş çocuklardan oluşan, aralarında sıkı bir solidarite (dayanışma, tesanüt) bağı bulunan ve yüz yüze (face-to-face) şeklindeki sosyal münasebet vasfının hâkim olduğu aslî bir sosyal gruptur. Yaratılışı itibariyle insan tabiatta tek başına yaşayabilecek kadar yeti ve organlara sahip olmadığından toplumsal bir canlıdır. “Kişi tek başına kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz. Tabii engelleri geçebilmesi barınmak için eve, kullanmak için eşyalara, neslini devam ettirebilmesi ve koruyabilmesi için bir nikah akdiyle bir araya gelirler. Çocuk uzun süre ebeveynlerinin yardımına ve bakımına muhtaçtır. Bir yetişkin oluncaya kadar eğitilmelerinde ebeveynler rol alır.”

Sosyolog Tahir Çağatay’a göre, modernitenin, bunca imkân ve baskın avantajlarına karşın toplumun tümünü kendi içinde absorbe ettiği söylenemez. “Batı memleketlerinde bile şehir ve bilhassa büyük şehir topluluklarında modern hayat nizamının teşkil ettiği bir aile tipi baskın çıkarken, aynı çevrenin köylerinde eski tip aile ağır basmaktadır.”
Toplumsal yapının temel taşlarını (kurum) iç bünyeden gelen ihtiyaçlar dışta tutulursa dışardan yapı sökümleri toplumsal talebi karşılayamadığı için yıktığı geleneksel yapının yerine modern bir yapı oluşturamıyor, toplumda bunalım yaşatmaktan öteye geçmiyor. Gayrı meşru (çağdışı) sayıp yasakladığımız bir kapının (kurum) muadili (dengi) olan başka bir kapı açılamadığında kapı kapatmanın bir anlamı olmamaktadır. Modernite, sonu düşünülmeden yapılan reformlar ve devrimler yüzünde birçok alanda geleneksel kurumların yerini dolduramamıştır.

A. Kurtkan’a göre aile, tarihi çağlarda çocuk için cemaattir. Cemaat, bireyin kendi istek ve iradesiyle kurmaksızın doğuştan itibaren içinde bulunduğu topluluktur. Modern aile, aileyi kuran kadın ve erkek için bir çıkar birlikteliğidir. Aile, yüz yüze etkileşimin olduğu, çocuğun toplumsallaşmasında ilk ve en önemli kurumdur. Çocuk konuşmayı, duygusal paylaşımı ve toplumsal dünyayı ilk defa aile içinde öğrenmeye başlar. Aileler, gelecekte çocuklarından değişik beklentiler içinde oldukları için birbirinden farklı değerleri öğretirler. Doğal olarak her aile çocuklarına farklı eğitim verdiği ve alışkanlıklar edindirdiği için bunların kaynaştırılması işini okul üstlenir. Böylelikle toplumsal grupların çocukları okulda/mektepte milletin çocukları haline getirilir. Sağlıklı bir ilişki ve huzurlu bir ailede karı ve koca birbirlerinden şunları bekliyor: Sevgi, saygı, ilgi, sadakât ve şefkat görebilmeyi, ilişkilerde içtenlik ve güvenebilmeyi bekliyorlar. İstismara uğramayı, aldatılmaya katlanamayacaklarını belirtiyorlar.

a. A fundamental social group in society typically consisting of one or two parents and their children. 2.Aile Kurumunun Mahiyeti

Aile, küçük bir sosyal gruptur. Normal olarak bugünün ailesi baba, anne, bir veya daha fazla evlenmemiş çocuklardan oluşan, aralarında sıkı bir solidarite (dayanışma, tesanüt) bağı bulunan ve yüz yüze (face-to-face) şeklindeki sosyal münasebet vasfının hâkim olduğu aslî bir sosyal gruptur. Yaratılışı itibariyle insan tabiatta tek başına yaşayabilecek kadar yeti ve organlara sahip olmadığından toplumsal bir canlıdır. “Kişi tek başına kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz. Tabii engelleri geçebilmesi barınmak için eve, kullanmak için eşyalara, neslini devam ettirebilmesi ve koruyabilmesi için bir nikah aktiyle bir araya gelirler. Çocuk uzun süre ebeveynlerinin yardımına ve bakımına muhtaçtır. Bir yetişkin oluncaya kadar eğitilmeleri de ebeveynler rol alır.”

Sosyologlar sosyal genel olarak hayatı ve toplum gerçeğini farklı perspektiflerden çeşitli ögelerle açıklayarak sosyoloji kuramları oluşturdukları gibi belli toplumsal ögeleri de açıklayarak spesifik toplumsal sonuçlara da ulaşırlar. Örneğin toplumsal hayatı analık-babalık içgüdüsüyle açıklamak isteyenlerin düşüncelerini şu temeller üzerine toplamak mümkündür. Analık-babalık içgüdüsü ailenin temelidir. Bu içgüdü ebeveynleri çocuklarına bağlar, onlar uğruna nefsini fedayı göze alabilir. Aileye ait yasaları oluşturur. O, her türlü şefkat ve muhabbetlerin, aşkla ilgili tüm duyguların kaynağıdır.

Toplumsal yapının temel taşlarını (kurum) iç bünyeden gelen ihtiyaçlar dışta tutulursa dışardan yapı sökümleri toplumsal talebi karşılayamadığı için yıktığı geleneksel yapının yerine modern bir yapı oluşturulamıyor, toplumda bunalım yaşatmaktan öteye geçmiyor. Gayrı meşru (çağdışı) sayıp yasakladığımız bir kapı (kurum) nın muadili (dengi) olan başka bir kapı açılamadığında kapı kapatmanın bir anlamı olmayacaktır. Modernite, sonu düşünülmeden yapılan reformlar, devrimler yüzünde birçok alanda geleneksel kurumların yerini dolduramamıştır.

Toplumun temel özelliğini gösteren en küçük birimin aile olması, sosyalleşme denilen ‘bireyin grup yaşantısına uyum sağlaması’ olayında ebeveyn-çocuk ilişkilerini mercek altına almayı gerektirmektedir. Geleneksel hukukumuz, ebeveyn çocuk ilişkilerini incelerken, ebeveyni asıl, çocuklar için de fürû kavramını getirmiş. Kök ve dallar. Kök olmazsa, dallar kurur, olursa dallar durur. Ama dallar kendine bir kök bulamaz. Hali ve geleceği, geçmiş oluşturabilir ama geçmişi, ne hal ne de gelecek oluşturamaz.

Kök hükmündeki ebeveyn, eğer gövde ve dal budak salamazsa, toprağın içinde güneş ve havayla temasa gelemediğinden iç çürüme ve kokuşmaya uğrayan tohum gibi kalır. Ebeveynlerin soylarını sürdüremedikleri durumda, manen dünya ve hayat görüşünün devamını temin için evlat edinerek ya da öğrenci yetiştirerek de olsa dal budak salmayı gerçekleştirebilir.

Fethi Gemuhluoğlu’nun ‘Bel oğlu olmayın dil oğlu olun, sizi bel değil dil döllemiş olsun’ diyordu. Evlat edinmeyi gurur meselesi yapıp da taşıdığımız ölümsüzlük duygumuzu kendi ölümümüzle birlikte bitirmiş olmayalım. Çünkü bizden sonra da bizden söz edecek, bize rahmet ve dua okuyacak, bizim sülbümüzün ya da sevgimizin döllediği nesillerden insanlığa hayırlı hizmetler yapacak kişiler yetiştiği sürece anılmaya devam edeceğiz demektir. Nesli kalıtımsal olarak devam ettiği halde, iyilikle yad edilmeyen, rahmetle anılmayan, ruhuna dua gönderilmeyen kişilerin dünya ve hayat görüşleri tıpkı dalları kurumuş ağaçlar, tedavülden kalkan kalp paralar gibi atalet mahzenine gönderilecektir, ta ki, kendi neslinden ya da sevgisinin döllediği neslinin bir üyesince hayırla anılıncaya, dua gönderilinceye kadar.

Gelecekte bizim anılıp, ruhumuzun şâd edilmesi, çocuklarımıza yaptığımız iyi muamele ve sağladığımız imkânlarla gerçekleşecektir. Ebeveyninden memnun olan çocuklar, onları unutamazlar ve ruhlarını şâd edebilmek için gereken ilgi ve ihtimamdan kaçınamazlar. Hayırlı ebeveynlerin hayırsız çocuklarının olması, hayırsız ebeveynlerin hayırlı çocuklarının olması, âlimden zalim (velîden deli, deliden velî), zalimden âlimin doğması, küçük ihtimâller ve şaz örneklerdir. Çocuklar genelde nasihat ve buyruklardan değil bizzat yaşananlardan etkilenirler. Okuyan bir ana-babanın ayrıca çocuklarına okuyun diye telkinde bulunmasına gerek de yoktur.

Bazı ebeveynler çocuklarını ve torunlarını kendilerinin mutlu ve güvende olmaları için birer araç olarak görüyorlar. Yine bazı ebeveynler, çocuklarının ve torunlarının vasisi olduklarından çok onların mutlak koruyucusu ve gözeticisi oldukları iddiasını yürütüyorlar. Eğer kendilerine bir şey olursa onların hayatta savrulacaklarını, hatta hayattan silinecekleri kanısındadırlar. Lokman Ayva diyor ki, annem benim ama oluşum nedeniyle biz ölürsek bunun geleceği nice olur diye kaygılanırdı. Şu an annem benim sağlık sigortamdan yararlanıyor. Bunun tersten bir benzeri olay daha vardır. Tanıdıklarımızdan bir hanım, annesinin ölümü üzerine yaşlı olan babasının evlendiğini, bir gün ciciannesinin tedavi için Ankara’ya gitmesi üzerine Adana’da yalnız kalan babasını ‘babacığım sen yalnız başına kendini koruyamazsın, başına bir iş getirirsin, uzaktan seni koruyamayız, seni ancak Tarsus’a götürürsem koruyabilirim, der. Babasını Tarsus’a evine getirir. İkinci gün mutfakta iş yaparken bir gürültü kopar, koşar ki babası merdivenden yuvarlanmış, kafası kanlar içinde. Hemen apar topar hastaneye kaldırırlar. Babamın kafasına 15 dikiş atılır. Bu olaydan sonra kendi kendine düşünüp şöyle bir sonuca varır: “Babamı ancak benim koruyacağımı iddia etmekle sanırım haddimi aşıp Tanrı’yı gücendirdim ve beni kendi iddiamla yalancı kıldı.

3.İnsan Tasarımı Bağlamında Dünya Görüşlerinde Yaşanan Değişmeler

Günümüz dünyasındaki geleneksel aile kurumuna büyük darbe vurduğu söylenen etkenlerden biri de Batıdaki 17. Ve 18. Yüzyıldan beri devam eden aydınlanma düşüncesidir. Popüler kültürün, Rönesans döneminde bayraklaştırılan özgürlük düşüncesinin bireyci anarşist yorumuyla yaygınlaşması bir kısım aydınlarca kayıtsızlık ve sorumsuzlukla özdeşleştirildi. Bireysel özgürlük düşüncesinin kapsamı içine giren, herhangi bir dinin mensubu, herhangi bir kral ya da sultanın tebaası olmayıp yüce, üstün, kendi iradesi dışında herhangi bir ilahi ya da sekuler hiçbir kayıt ve kurala bağımlı olmaması gereken bir yetenek ve kapasite ile donanımlı, zihni ve aklıyla çözemeyeceği hiçbir sorunu bulunmayan kutsanmış birey düşüncesine ulaşıldı. Bu düşünce günümüzde toplumsal pramidin en alt tabakalarındaki insanlara kadar yayılmıştır. Bu etkileniş okuyarak, düşünerek değil, toplumsal atmosferden olduğundan, yalnızca “ben” merkezli kendini kurtarmayı hedefleyen, sosyal gerçeklik kavramı ve yapısı kavranılmadan bireysel özgürlüğün sorumsuzluk versiyonuyla gerçekleşmektedir.

Ebeveynler, çocuklarının özel hayatlarına onların gelecekleri adına biraz kısıtlamalar ve kayıtlar getirmiş olsa hemen; ‘bana karışmaya ne hakkınız var, sizin dünyadaki özgürlükten haberiniz var mı’ itirazıyla karşılaşmaktadır.

Eşler birbirine sadakatsizlik gösterdiklerinde, nikahlı oldukları noktasındaki bir eleştiriye, ‘evliyiz diye ömür boyu kocamın/karımın mahkumu olacak değilim’, itirazları geliyor.

Hırsız çaldığı mal ile yakalandığında; -utanıp sıkılacağına- içinden değil alenen ‘o da (mal sahibi) sağlam kilit vursaydı, devlet bana düzenli iş, aş ve konut vermezse bu iş en doğal hakkımdır’, cüretkarlıkları, yani bayağı kuralsızlık (anomies) lar bir anlamda sivil itaatsizlik kılıfıyla kullanılabilmektedir. Bu tutum kısmi olanın genelleştirilmesine neden olmaktadır.

Eğer amaç, bireysel başarıya kilitlenmek ise, bireysel başarının dışında her değer, kural ve tutum iticidir. Çünkü asıl olan amaca ulaşmaktır ve Makyavelli’nin Prens isimli eserinin ana-fikrini ifade eden “amaca ulaşmak için her araç meşrudur” ya da “zafere giden her yol mubahtır”. Napolyon’un dillendirişiyle- başarı hatayı unutturan bir öğedir”, özlü sözleri cazip hale geliyor. Toplumsal yapının iki önemli ögesi birey ve toplumsal gruptur. Bunlar birbirinin hem rakibi, hem zıttı, hem alternatifi hem de mütemmim cüzü (birbirini tamamlayan zıtlarıdır. Bunlardan biri adına diğerinin gözardı edilmesi ahenk ve dengenin kaybedilmesi demektir.
Özgürlüğü serbest akıl yürütme değil de bireysel ya da toplumsal her türlü kayıt ve kuraldan azade olmak biçiminde algılayan, başkalarına bağımlılıktan kurtulan ve Tanrı’ya bile başkaldırması gerektiği belirtilerek insan, garip ve şaşırtıcı bir şekilde Tanrı’dan kopardığı bağımsızlığın değerini kavrayamayıp bazı filozof ya da ideologlara fikir köleliği yapıp kendi eliyle ya da kabullenme yoluyla yine kendisi gibi insanların düşünceleri ve tutumlarının vesayetine bırakmış ya da aklını kiraya vermek durumunda kalmıştır. Cemil Meriç’in dediği gibi “Sakson köleleri, boyunlarına efendilerinin ismi yazılan tasmalar takarak ‘ben filanın kölesiyim diye birbirlerine övünürlermiş”. Günümüzde bağlısı olduğu düşünürün öğretisi ya da ideoloğun adıyla anılmayı, bir üstünlük vesilesi gören kişiler bu yaman çelişkiyi düşünmeli değil midirler?

İnsanların mana ve mazmununu teşkil eden insanın kavramsal boyutu için yaratılmışların en onurlusu denilir. 'Biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık, (Tin, 95/4). Tanrı tarafından ulviliği, yüceliği belirtilen insanın Grek dünyası düşünürlerinin bazılarında görülse de insanın kuramsal anlamda itibarının göklere çıkarıldığı dönem Rönesans dönemleri ve sonraki modern çağlardır. Günümüzde de kuramsal anlamda insan, en üstün değer konumunu korumaktadır. Fakat trajik-komik bir biçimde insan kavramının içine pratikte pek az kişi girebilmektedir. Kavram olarak insan iyiliğin, birey olarak insan kötülüğün simgesi olarak algılanmaktadır.