Ben Osmanlı’yım!

Ve işte göğsümü gere gere, gümbür gümbür volkanlaşan yüreğimle söylüyorum: Ben Osmanlı’yım! Delisiyim ecdadımın ve adeta sevdalısıyım! Canım kurban olsun onlara, kanımsa helâl...

Enerjim ve hızım, gökte Süreyya yıldızım; tuğum, hilâlim onlar… Medar-ı iftiharım, medyun-ı şükranım, “seyr-i hâlim”dir onlar… “İnsicam”ım, “in’ikas”ım, “imtisal”im onlar ve onlar…

Ben Osmanlı’yım!

Adaletten şaşmayan, adaletle süslenen, adaletle beslenen ve adına; “medeniyet” denilen bir soylu geçmişten geliyorum. Bir diğer ifadeyle gürül gürül akan “Su Medeniyeti”nden… Her sokak başında bir çeşmenin bulunduğu, revnaklarına güvercinlerin konduğu, pisliklerin arınıp yunduğu ve hadim-i sultanların halka “sebil” sunduğu “Memalik-i Osmaniye”denim.

Hanların, hamamların, kervansarayların, darüşşifaların, aşiyanların; mescitlerin, medreselerin, bedestenlerin, köprülerin, külliyelerin, imarethanelerin, mezar taşlarının ve sadaka taşlarının eşsiz mimariyle inşa edildiği; böylece sanatın şahikasına ulaşıldığı sosyal bir medeniyetle “şerefyab”ım elbette.

Ben Osmanlı’yım!

Ufkum genişliğinde; aklımın erdiği, idrakimin zorlandığı ve dilimin döndüğü yere kadar… Sonsuz sefere kadar, evrensel boyutta…

Çünkü ne ararsam var bu tezgâhta… Her şey ve her şey…

Öncelikle aşk var, azim var, asalet var, nezaket var, zarafet var, paylaşım var, gözetim var, haslet var, hakkaniyet var, hayır ve hasenat var, edep var, mahcubiyet var, sadakat var, vicdan ve merhamet var, cesaret var, saygı sevgi var, hizmet var, tevekkül ve teslimiyet var, hüsnüniyet var, ruh var, sanat var, dekor var… Hem de misliyle…

Ne ki, dükkânına gelen müşterisine; “Komşum daha siftah yapmadı. Mümkünse sair ihtiyaçlarınızı ondan alınız!” diyebilecek oranda, mütekâmil düşünceye dek…

Ne ki, yoksulun borcunu habersizce ödeyerek esnafın veresiye defterini kapatana dek…

Ne ki, meczuplara musiki eşliğinde şefkatle terapi uygulamadan tutunuz da; kuşlara bile çatı katlarında barınak düzenleyip hayvan haklarını, insan haklarıyla eş tutuncaya dek…

Gayr-i Müslim tebaanın güven telkiniyle ve tercihen; “Bizans kardinallerinin serpuşunu görmektense, Osmanlı kavuğunu görmek evladır.” biçiminde kullandıkları bir tılsımlı cümleyi hak edene dek… Hepsi ve hepsi…

Ben Osmanlı’yım!

Müspet işe başlarken Bismillah, gayretlenirken Ya Allah, takdir ederken Maşallah, karşılaşmak, görmek istemediklerinde Maâzallah, taaccüp duyarken Fesübhanallah, ölüm vukuunda Elhükmülillah, şükrün edasında elhamdülillah, pişmanlık halindeyken Estağfurullah…” gibi, daha nice Allah lafzını hayatlarının her cüzünde zikre dönüştüren pak ecdadın torunuyum, çok şükür.

Ben Osmanlı’yım!

Asla totemlere bel bağlamadım! Particilikmiş, dernekçilikmiş, grupçulukmuş, yok şuculuk yok buculukmuş bağımlılığında mitoz bölünmeye yanaşmadım. Kimsenin tekelinde değilim ve serapa özgürüm. Aklımı, peynir ekmekle de yemedim henüz. Düşünüyorum, araştırıyorum, inceliyorum.

Osmanlı’yı anlamadan, tanımadan ezbere kötüleyen fikir fahişesi nesebi gayr-i sahih “taverna çocukları”nın baktığı şekliyle bakmıyorum olaya. Taassup gözle de bakmıyorum nitekim. Realite takılmaktayım. Beyin özürlülerin havsalasına sığmayacak kıratta büyüktür Osmanlı.

Ne katildir hâşâ, ne de kadın simsarıdır tövbe ki… Ne kuru cihangirlik davasındadır ve nede eyyamcıdır hiç biri. Adam gibi adamdılar hülâsa. Belki birkaçı müstesna, “Din-i mübin” uğrunda ömür tüketen gönül sultanlarıydılar; Hanedan-ı Al-i Osmanî. Hem de edvar-ı ahalisiyle…

Ben Osmanlı’yım!

Allah’ım, Allah’ım, Allah’ım!!!

Şanı yüce Peygamberimiz nasıl ki; “Kişi sevdikleriyle haşr olunacaktır” buyurmaktaysa; bilirsin ben o ruhu (Osmanlı ruhunu) seviyorum. Yaşadığım çarpık çağı ve de yaşam biçimini sevmiyorum açıkça.

Beni onlarla haşreyle!

Önemli not: Bu deklarasyonum, aynı zaman da vasiyetimdir. Öldüğüm de bununla gömülmek istiyorum.