Bu günlerde Çin’de ortaya çıkıp dünyaya yayılan Krona Virüsü dünyanın birçok ülke insanını tedirgin etmiş, hükumetleri sıkı sağlık önlemleri almak zorunda bırakmıştır. 126 yıl önce Anadolu ve Suriye’de çıkan koleranın yaygın hale gelmesi nedeniyle Osmanlı Hükumeti bu hastalığın mahiyetini anlamak ve tedavisini yapmak amacıyla Dr. Şerafeddin Mağmumi adlı bir doktoru görevlendirmiştir. Bu doktor araştırma seyahatinde anılarını yazmış, Cahit Kayra da bunu günümüz Türkçe’sine uyarlayıp Boyut Kitapları içinde İstanbul’da 2008 yılında yayımlamıştır. Kitabın (211-213)  sayfalardaki Afşin’le ilgili bölümünü yayımlamayı uygun bulduk.  Şerafeddin Mağmumi, Efsus (Afşin) ile Ashab-ı Kehf ve Elbistan’ı  1894 ‘ün Temmuz ayı içerisinde ziyaret etmiştir.

1894 Temmuz’unda Elbistan ve yöresinde çıkan bir salgın hastalığı teşhis ve tedavi için Babı Âlî tarafından görevledirilen Dr. Şerafeddin Mağmumi, Elbistan ve Efsus ile Ashab-ı Kehfe de uğrar. O tarihte Efsus ve Ashab-ı Kehf’e ilişkin bazı bilgiler verir. Bunlardan bizi ilgilendiren, II. Abdülhamid Döneminde Malatya’daki Sağlık Heyeti’nin hekimini gerekli ilaçlarla Elbistan’a gönderip hastalık savuşuncaya kadar orada tedaviyle meşgul olmasıyla görevlendirilmesdir.

“Kendim “Zeytin” taraflarını denetlemek üzere sabahleyin kervanı hazırladım. Bu kez “Kısık”tan geçmeyeceğiz, Zeytin yolunu tuttuk. Düzlükte sinek, sivri-sinek ve hele tatarcık gibi böcekler rahatımızı kaçırıyor. Saat dörtte (Saat 10.00) “Efsus” denilen kasabaya vardık, durmadan geçtik. Burası şimdi iki bin nüfuslu ve bucak merkezi bir köy ise de tarihsel ünü pek büyüktür. Rum imparatorlarından “Dakyanus”a payitahtlık etmiş ve içinde yüz binlerce nüfus yaşamıştır. Yöresinde ve özellikle mezarlıklarında gördüğüm yüzlerce mermer direkler, eski bayındırlığın maddi tanığı idi. (Efsus (tarihteki ünlü ismiyle Arabissos) ’un Bizans’ta bir imparator (Mavrikus (582-602) çıkarttığı ve memleketini mermer saraylar ve düzgün caddeler inşa ettiği görüşü Ş. Mağmumi’nin ifadelerinden de anlaşılır). 

Efsus’u geçince yolu bırakıp kuzeye döndük. Çünkü Elbistan’da iken bu kasabanın bir buçuk saat uzaklığında bulunan “Ashabı Kehf’in (Yedi uyurlar) asıl mağaralarının burada bulunduğunu söylemişler, ben de gidip görmeyi tasarlamıştım. “Binakulos” (Bazı kaynaklarda Bencülüs diye geçmektedir) denilen dağın eteğindeki kutsal mağaraya varınca muhafızlar bizi karşılayıp, sütunları, dikleme ile 25 derecelik açı yapmış yıkılma durumundaki bir binaya çıkardılar. Bir süre dinlendikten sonra mağaraya gittik. Binanın altındaki kapıdan girip bir dehlizden geçerek mescide vardık. Kemerleri direkler üstüne tutturulmuş, içi yarı karanlık ve minberinin yanında, duvarın üstüne Ashabı Kehf’in (Yedi uyurların) adları Kıtmir’e (Köpekleri) kadar yazılmış ve pencerelerindeki çerçeve taşlar üstüne Arap hatlarıyla kazılmıştı. Yan tarafta daha karanlık bir yere geçtik. Buraya ‘Mescit-i İsa” diyorlar. Güya, Hazreti İsa’nın ibadet yeri imiş. Küçük bir odadan ibaret olup, Kıble tarafı doğal bir kaya oyuğu, girişi ise taşla örtülerek kapatılmış. Mihrabın yanında gayet dar bir kapı daha doğru deyimle delik görünüyor. Rehberlerimiz buraya varınca ellerindeki çıraları yakıp meşale yaptılar. Böylece mağaraya girdik. İşte Ashabı Kehf’in içinde uzun uykulara daldıkları saklanma yeri burası imiş. Doğu tarafında yalnız bir delik var. Güneş ortada iken ışığı bu delikten girermiş. Sol taraftaki dar yere iki büklüm olarak sokulduk. Mağaranın tavanından su damlayarak mini mini bir havuz oluşturmuştu. Oranın ahalisinin kutsallıkta ikinci zemzem olarak aldığı bu soğuk sudan kana kana içtik. Havuzun birikmiş suyu doğal bir yolla dışarıya çıkıp özellikle yapılmış sahrınca birikir ve mevsiminde Anadolu’nun her tarafından ve uzak ülkelerden gelen yüzlerce ziyaretçi hep bu su ile idare olunurmuş. Havuzun yanında Kıtmir’in yolunu gösterdiler. Yay biçimindeki bu yolun bir ağzı havuzun yanına, öteki deliği de mağaranın sol köşesine açılmış. Rehberlerimizden biri meşaleyi ağzına alıp tesbih böceği gibi dört büklüm içeri sokuldu. Bektaş Efendi de onun ardından gitti. Biz de çıkış deliğine gidip bekledik. İki - üç dakika sonra yılan gibi sürüne sürüne çıkıp geldiler. Çıkışın kenarında duran ve Kıtmir’in Yalağı denilen yere adet gereği birkaç kuruş bırakıp ziyareti tamamladık.

Mağaradan çıkınca bitişiğindeki yontma taştan yapılmış çok yüksek bir binayı gezdirdiler. Giriş cami kapısına benziyordu ve yukarısında Türkçe tarih taşı vardı. İçeriye girince altı üstü iki kattan ibaret olup alt kata hayvan bağlanıyor. Üst katın bazı yerleri çökmüş, yıkılmıştı. Burası Ashabı Kehf (Yedi Uyurlar) tarafından yaptırılmış bir konuk yeri imiş. Alt katın sonunda sağlı sollu onsekiz mezar var. Üstlerine topraktan sanduka yapmışlar. Bunların kimlere ait olduğunu ve böyle ahırın içine neden defnedildiklerini gerçek olarak öğrenemedim. Bu binanın yirmi - otuz adım ötesinde bir başka büyük han daha varmış. Yıkıldığındığından birkaç kemeri kalmıştı. Bu mağaranın haylice vakıf geliri varsa da mütevellileri olan (Yöneticileri) Efesus (Afşin) beylerinin yerine harcamayıp, zimmet1erine geçirdiklerini ve bu nedenle son kez ellerinden alınıp Mazbut Vakıflar arasına nakledildiğini rehberimiz söyledi ve Tarsustaki Ashab-ı Kehfin gerçek olmadığını da ekledi.

Tekrar eski yerimize dönüp öğle yemeğini hazırlattık ve Binboğa dedikleri Toros Dağları’nı seyrederek karnımızı doyurduk. Saat yedide yola düzülerek birkaç Çerkes göçmen köyünden geçip güneş batarken “Ericek” Köyü’ne vardık. Köy halkı evlerini kapatıp, çayırlığa çadırlar kurarak yerleşmişlerdi. Nedenini sorunca her yıl yüksek ve uzak yaylalara çıkmak adetleri iken bu yıl hayvanlarda “Tabak” hastalığı çıktığı için gidemediklerini, fakat sıcaktan evlerinde de kalamayarak burada yayladıklarını söylediler. Köy Kahyası bizi çadırına konuk etti. Siyah kıldan yapılmış olan bu çadırın etrafı, uçları birbirine bağlı ince direklerle çevrilmiş ve içerde de bir köşede yine değneklerden bir “Paravan” ile bir yer ayırıp kiler yapmışlardı. Bütün ev eşyası torbalarla asılmış, yataklar arkaya yığılmış, kapkacak ortaya yayılmıştı. Ev sahipleri olan biri genç diğeri yaşlı iki kadın, kenarına metelik attıkları sıravari külah gibi uzun hotozları başlarında, yine metelik yüzlükleri kulakları hizasından omuzlarına sarktığı, yirmi otuz örgüden oluşan saçlarının sonunda, yünden püsküllü kamçılar bellerini dövdüğü halde aramızda geziniyor ve çadırın önünde ateş yakıp yemek hazırlıyorlardı. Sonradan anladık ki her ikisi de ağanın eşleri imiş. Bir süre “hoş geldiniz”e gelen aşiret ağaları ile görüşüp sonra bulgur pilavı, yoğurt, tereyağı ve yufkadan oluşan yemeğimizi yiyip yatmaya hazırlandık. Çadırların ortasındaki meydanlığa köyün hayvanları toplanmış, hemen “Ulak’lar (Haber taşıyanlar) şeytan gibi çadırı üçe böldüler. Biri bize ayrıldı ve gayet temiz, sırmalı takımlarla yataklar serildi. Ortaya Ağa Hazretleri, çifte eşi ile yattılar! Üçüncü bölmeye de çocuklar yerleştiler. Bu düzenleme orta oyununa benziyordu. Yatakta oturunca hepimiz birbirimizi pek ala görüyorduk. [2]

 

[1] 1894 ‘ün Temmuz Ayı içerisinde yazar Elbistan ve Efsus’u ziyaret etmiştir.

[2] Dr. Şerafeddin Mağmumi, Bir Osmanlı Doktorunun Anıları, Yüzyıl Önce Anadolu ve Suriye, Günümüz Türkçe’sine Uyarlayan Cahit Kayra, Boyut Kitapları, İst., 2008, s. 211-213.