Afşin Ashab-ı Kehf’in Ribatında Kadiri Şeyhi Raif Efendi

Osmaniye’de ikamet den Afşin Emirli Mahallesinden Ömer Lütfü Atalay isimli bir hemşerimiz 2010 yılında, aile tarihiyle ilgili bazı bilgileri benimle telefonda paylaşıp bir metin halinde göndermişti. Dedesi Muhammed Rauf Efendinin Ashab-ı Kehf’in imamı ve mürşidi olduğunu ve onun Türk-İslam Efsanelerinden biri olan Seyit Battal Gazi destanının kahramanı olan Seyit Cafer’in Peygamberin soyundan geldiğini, Battal Gazinin babası Hüseyin Gazi, Seyit Muhammed Rauf’un 14'ncü kuşaktan dedesi olduğunu belirtti. Bir insanın kendi soyunun Peygamberle bağıntılı olması, inanç duyarlığı açısından oldukça değerlidir. Ancak Fethi Gemuhluoğlu’nun ifadesiyle kişinin kalitesi “bel oğlu olmasında değil de dil (gönül) oğlu olmasında” aranır. Dileğimiz odur ki, Seyyidlerin neslinden gelen insanlar, Seyyid nesebinden gelmenin yanında arı, duru bir gönlün döllediği kişiler olsun. Biz çalışmamızı niyetler, temenniler ve söylemler üzerine değil de belgeler ve canlı tanıkların çelişkisiz beyanları üzerine kurmak durumundayız. 

Biz Battal Gazinin torunlarındanız. Dedemiz Seyyid Battal Gazinin vefatından sonra Ailesi Bağdat'a göçüp uzun süre yaşadıktan sonra Horasan'a hicret ederler. Burada da Osmanlının Anadolu’ya hakim olduğu Çaldıran Zaferinden sonra tekrar Malatya'ya hicret ederler. Dedem 1830 yılında Malatya'da dünyaya gelir. Annesinin ismi Âmine, babasının ismi Seyit Hasan’dır. İslami ilimler üzerine medrese eğitimi alıp molla olur, ayrıca tasavvuf ilminde de Rufaiyye başta olmak üzere Kadiriyye ve Nakşibendiyye tarikatlarından da icazet alan dedem, mürşidinin emri ile seyahate çıkar ve Osmanlı mülkünü dolaşır. 1868 yılında tekrar Malatya’ya döndüğünde babası Seyit Hasan’ın hakkın rahmetine kavuştuğunu öğrenir. Yaptığı seyahatler ve zaman onu olgunlaştırmış ve mürşitlik icazetini almıştır. Babasının vefatı dolayısıyla artık Seyitlik vasfı kendisine geçmiştir. Seyit soyundan gelenlerin babaları vefat edince Şecerelerini İslam Halîfesine onaylatma zorunluluğu varmış. Dedem de bu amaçla 1876 yılında payitahta zamanın İslam Halifesi ve Osmanlı Hükümdarı Sultan Abdülaziz Han'a şeceresini götürür. Şecereyi Gören Sultan Abdülaziz Han, öper başına koyar ve dedemin Seyit olduğunu belgeleyen fermanı yazdırıp mühürleyerek daha öncekilerin altına ilave eder. Dedeme birçok ikramlarda bulunur sarayda bir müddet misafir eder. Dedem daha sonra ayrılmak üzere müsaade için huzura çıktığında Sultan, dedeme Ashab-ı Kehf Vakıf ve İmarethanesinin bulunduğu Yarpuz (Efsus) un Malatya ya yakın olup olmadığını ve orayı bilip bilmediğini sorar. Dedem de Ashab-ı Kehf’i bildiğini ve Malatya'ya yakın olduğunu söyler. Bunun üzerine Sultan Abdülaziz Han, dedemi Ashab-ı Kehf Zâviyesi ile Türbesi hizmetkârı olarak tayin edip bunu da yazılı bir ferman ile kendisine tevdi eder. İstanbul'dan Malatya’ya dönen dedem ailesini de alarak yeni görev yeri olan Elbistan Kazası Efsus Nahiyesindeki Ashab-ı Kehf Zaviyesinin Kadiri Şeyhi olarak 1876’da görevine başlar. Vefat yılı olan 1926’ya kadar tam elli yıl burada imamlık ve irşat hizmetlerini yürütür.” Resmi belgede Ashab-ı Kehf Ribatının Kadiri Tarikatı Şeyhliği ve Zaviye ve Türbe Hizmetkarlığı geçmektedir.

Şeyh Mehmet Raif Efendinin Ashab-ı Kehf’de resmi görevli olduğuna ilişkin üç belge vardır. İlki, 4 Ocak 1919 tarihli Bir OA Belgesinde Ashab-ı Kehf Ribatının, Kadiri Şeyhi, Şeyh Raif Efendinin idaresi altında olduğu belirtilmektedir. İkincisi; XX. Yüzyılın başına gelindiğinde, Ashabü’l-Kehf Zâviyesi ile Türbesi hizmetkârının Mehmed Raif Efendi olduğu görülmektedir. Mehmed Raif Efendi’nin, R.13 Temmuz 1320 – M.26 Temmuz 1904 tarihinde zâviyeyi ziyaret etmek üzere gelen ziyaretçilerin ikamet etmeleri ve zâviye ile türbedeki diğer bazı işler için hizmet verdiği belirtilmektedir. Üçüncüsü de Mehmed Raif Efendi’nin, H.01 Rebiyülahir 1337 – M.4 Ocak 1919 tarihinde Ashabü’l-Kehf’ten olup Kadiriye Şeyhi olan Şeyh Raif’le aynı kişi olduğu düşünülmektedir. Şeyh Raif’in uzunca bir süredir Ashabü’l-Kehf Zâviyesi’nin şeyhliğini yani zâviyedarlığını yürüttüğü anlaşılmaktadır.  Bu belgeleri teyit eden bir hemşerimizden Raif Efendiyle ilişkin bilgi aldık.

  “Ashab-ı Kehf’in Bekçisi Yemliha Efendinin babası Raif Baba vardı. Bizim çocukluğumuzda Ashab-ı Kehf’e eğlenmek için gidilir, orda bir küçükbaş hayvan kesilir eti kavurma yapılıp yenir, hanın içinde de çocuklar oyun oynardı. Raif Baba bizi kovalardı. Bizim çocukluğumuzda (1925-1930) yıllarda Han daha çökmemişti”. Tekke ve Zaviyeler o dönemde yasal kurumlar olduğu için saraydan mürşit denilen tarikat önderlerinin atamaları resmi olarak yapılmaktadır.

Ashab-ı Kehfe Külliyesinde başka görevlileri de bulunmaktaydı. Bunlar Duâgû (Duacı) ve Cüzhanlık (Cüz okuyan) görevleriydi. Bu görevleri üstlenenler, külliyede duacılık ve cüz okuyuculuğu vaziflerini yürütmekteydi. Bu görevlerle ilgili bilgilere Osmanlı Devleti Dönemi’nde rastlanmaktadır. 

Hemşerimiz Ömer Ağa (Akkaya) nın elinde, Efsus’un ilk belediye başkanı olan babası Mehmet Ağanın babası Es-Seyit Hacı İsmail, 1290/1874 senesi 22 Receb ayında Ashab-ı Kehfe Cüzhan olarak atandığına ilişkin bir berat vardır.

Hemşerinin Anlattığı Raif Efendinin Özel Halleri

1.Efsus’ta Fırın Ocağına Girme Hadisesi

Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmeyenlere karşı dedem, Raif Efendi, Efsus’un en büyük ekmek fırınını yaktırıp, “şu saatte hazır edin” diyor. Kendisi de yeşil cübbesi ve şeceresindeki dedeleri 12 imamı temsil eden 12 dilimli sarığını giyip yüksek sesle ‘La İlah İllallah’ diyerek orada toplananların gözü önünde yanan taş fırın ocağının içine girip kapağı üzerine kapattırıyor. “Bir saat sonra açın” diyor. Dedeme Efsus halkı, “Rayif Baba” diye hitap edermiş. Herkes Raif Baba yandı, kösa oldu, diye konuşup bekleşirken bir saat sonra fırının kapağını açtıklarında dedem yine ‘La İlah İllallah’ diyerek elbisesinde bile en küçük bir yanık izi olmadan salimen fırından çıkıyor. Bu kerametiyle inanmayan bazı kişilerin hidayete ermelerine vesile oluyor. Bu bilgileri doğrulayacak bir hemşerimizle karşılaşmadık, ancak ilçemizin hafızası güçlü kişilerinden biri olan Zopalilerin Ömer Özsoy, Raif Babanın sırtüstü Ashab-ı Kehf’in duvarına tırmandığını büyüklerimden duydum, demişti.

  2.Maraş'ın Kurtuluşunu Haber Vermesi

Bu olaya annemin şahit olduğunu bizzat kendisinden işittim. Annemin anlattığına göre, Cuma geceleri (Perşembe akşamı),  dedem Ashab-ı Kehf’te müritleri ve o civardaki zikir ehli kimselerle toplanıp sabaha kadar zikir ve sohbet ederlermiş. Annem dedemin sabahleyin abdest suyunu ısıtmış, dedemin kapısının önünde bekliyormuş. İçerden, dedemle ninemin konuşmalarını işitmiş. Dedem ağlıyor, ninem de onu teskin ediyormuş. “Niye ağlıyorsun efendi”, dediğinde, “ben ağlamayayım da kim ağlasın. Her Cuma gecesi olduğu gibi bu gece de toplandık, sohbet ve zikir yaptık. Sohbette 3’ler, 7’ler, 40’lar ve daha birçok ‘Rical-i Gayb’dan kimseler vardı. Sabah ayrılırken onlar dediler ki, bu Fransızların ve Ellik Gavurunun yaptığı zulüm had safhaya ulaştı, artık bunları kovmanın zamanı geldi, hep beraber bu gün düşmanı Maraş’tan kovacağız, dediler. Ben de kendileriyle gitmek istediğimde, bana müsaade etmediler. “Sen Efsus’taki halka Maraş’ın bu gün kurtulacağını müjdeleyeceksin deyip, bana mani oldular da onun için ağlıyorum”, dediğini işitmiş. Daha sonra dedem yeşil cübbesini ve 12 imamı temsil eden 12 dilimli sarığını giyip Efsus’a gidiyor. Bundan sonrasını da Efsus’un yaşlılarından dinledim. Bir Cuma sabahıydı, baktık Rauf Baba geliyor. Yüksek sesle bağırıyordu. Ey Efsuslular! Müjdeler olsun, Bu gün Maraş kurtuluyor. Fransızlar bu gün Maraş’tan kovulacak”. Bizler hemen yanına koştuk. “Aman Rauf Baba ne yapıyorsun, burada da Ermeniler var, bu dediğini duymasınlar, hem ne kurtulması, nereden biliyorsun”, dedik. Bu gece 7’ler bana bunu müjdeledi, Maraş kurtulacak, dedi. Biz, tabi buna inanamadık, dediler. Çünkü günümüzdeki gibi telefon gibi bir alet yok, en hızlı giden binitle bir gün sürecek bir mesafelik yer Maraş. Ertesi gün müjdeli haber geldi. Maraş’ın düşman işgalinden gerçekten kurtulmuş olduğunu haber aldık. Bir de hemşerimiz Cumhuriyetin ilanından sonra dedesi Raif Efendinin 1926 yılında Atatürk’le görüştüğünden söz temektedir. Hemşerimizin verdiği bu bilgileri teyit eden bir hemşerimiz olmadı. Ancak bu bilgiyi teyit eden hiçbir hemşeri çıkmadı.

Hemşerimizin anlattığı olaylar ilçemizde çok değil 1950-1960 yıllarına kadar halkın kuşku duymadığı, olağan sayılan durumlardı. “Efsus’un eski Ağaları, hem velî hem de hanedandan kimselermiş. İçlerinde pişirdiği yemeği eliyle karıştıran sofi tabiatlı kimseler varmış. Ağalardan arka arkaya duvara çıkan evliyaların olduğunu büyüklerimden işitmiştim”. Efsus’un eski Ağaları, hem veli hem de hanedandan kimselermiş. İçlerinde pişirdiği yemeği eliyle karıştıran veliler varmış. Ağalar, Afşin’in yerlileri olmayıp ya Buhara ya da Belh şehrinden gelmişler”. Düğün alayı Ağaların çardağının altından geçerken davul çalınmazdı. “Gelin, velilerin hayır dualarını alsın diye mutlaka Ağaların örtmesinin altından geçirilirdi”.

Bu türden fiziküstü, zamanüstü ve mantıküstü olgu ve anlatılara nasıl yaklaşılmalıdır?

A.Hemen ilk duyuşta, cahilliğin, ilkelliğin ve azgelişmişliğin alameti sayıp aşağılayacak mıyız?

B.Her şeye gücü, kuvveti yeten rabbin ne yapmaya kadir değil ki deyip, asıl varlığın manevi alemde, olay ve olguların gerçeğinin fizik-üstü, zaman-üstü ve mantık-üstü metafizik alemde yaşandığına mı inanacağız?

C.İlmi ihtiyatlılıkla, aklın, ilmin ve sağlıklı düşüncenin ilkeleri doğrultusunda hem doğa hem de insan bilimlerinin yöntemlerini dikkate alarak yapılacak bir derin düşünsel irdelemenin neticesinde ortaya konulana mı itibar edeceğiz?

Dikkat edilirse ilk iki tutumda, “üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek” hesabıyla soruna yaklaşılmakta, daha işin başında yargımızı vermeye, yani duyguya ve kesin inanmaya dayanmaktadır. Oysa ki, ihbar, ihtiyardan önce gelmeli, bilgilendikten sonra seçimimizi, tercihimizi yapmalı, inancımızı pekiştirmeliyiz. Bu konudaki düşüncelerimi Konya Postası Gazetesindeki Köşemde yayımlamayı düşünüyorum.     

“Dedem 1926 yılı Ramazan Ayının 7’sine kadar Ashab-ı Kehf’te Zaviyedarlık hizmetlerini yürütüyor. Belirttiğim tarihte de hakkın rahmetine kavuşuyor. Dedemden sonra Babam 17 yıl imamlık hizmetini yürütüyor. 1943 de resmi kadro gelince amcam Muhyiddin’in geçim sıkıntısı çektiğini gören babam resmi kadrolu olarak amcamı orda imamlık hizmetine bağlatıyor. 1973 yılına kadar amcam resmi imamı olarak Ashab-ı Kehf’e hizmet ediyor. Amcamdan sonra ağabeyim Abdülkadir resmi görevini vefat edene kadar yürütmüştür”.

Hemşerimizin verdiği bilgilerin bazılarını zahireci esnaflarından İsmail Yanar teyit etti. “Rayıf Babanın Dedebaba Türbesinin doğu cephesinde (Feramuz İnal’ın oğlu Namık İnal’ın şimdiki dükkanın yerinde) evi olduğunu bilirim. Kadiri tarikatının ileri gelenlerinden biriymiş, yanağına şiş sokarmış. Ashabı Kehf’in yöneticisi olduklarına dair Padişahlardan beraatları olduğunu duydum. Yemliha ve Muhiddin isimli iki oğlu vardı. Bunlardan Muhittin Hoca Ashab-ı Kehfte imamlık yaptı”. Bu ifadeden metinde adı geçmeyen kişinin hemşerimizin babasının adının Yemliha olması muhtemeldir.  

“Özet olarak yukarda anlatmaya çalıştığım bilgilerin hepsi büyüklerimizden dinlediğimiz bilgilerdir. Şeceremiz ve dedemin Ashab-ı Kehf’e tayin emri ise belgeliydi. Gönül isterdi ki bunları size tevdi edelim. Ama Şeceremiz, kalbinde Allah inancı olmayan biri tarafından incelenmek üzere Osmaniye’de imam olan Hüseyin amcamdan alınıyor maalesef tekrar amcama geri verilmiyor ve kazara yakıldığı söyleniyor. Ama bir umut var ki o da Sultan Abdülaziz Han tarafından dedemin Ashab-ı Kehf’e görevli olarak tayin edildiğine ilişkin belgenin hala mevcut bulunduğunun haberini aldık, bu belgeye ulaşmaya çalışıyoruz, inşallah ulaşır ulaşmaz sizlere fotokopisini ulaştıracağız”. Üzülerek söyleyelim ki, hemşerimiz söz konusu ettiği belgeyi bize ulaştıramadı.