Toplumları ve devletleri ayakta tutan en önemli unsur Adalettir. Adaletle hükmeden, adaletin gereklerini yerine getiren toplumlar uzun süre varlıklarını devam ettirirlerken adaletten ayrılan toplumlar kısa süre içerisinde yok olup giderler.

             Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)” (Nisâ: 135) ayet-i kerimesinde de buyrulduğu gibi Müslümana yakışan, yapması gereken en önemli davranışlardan birisi adaletli olmak, her daim adaleti gözetmektir.

            Adaletin zıddı ise zulümdür. Adaletin olmadığı yerde zulüm vardır. Adaletin tanımı yapılırken: “her hak sahibine hakkını vermektir” denilir. Yani bir kimseye hakkını vermek adalet olurken, onu vermemek ise zulümdür. Zulüm ise Allah’ın en sevmediği günahlardan birisidir. Allah zulmü asla payidar eylemez. İmtihan gereği olarak zalimlere ve zulme belli bir süre mühlet verse de asla onlara imkân vermez. Gün gelir onları bir şekilde ortadan kaldırır.

            Adaletin olmadığı yerde rüşvet, iltimas, adam kayırma gibi durumlar ön plana çıkar. İş başına ehil olmayan insanlar geçmeye başlar. Hadis-i şerifte iş başına ehil olmayan insanları geçmesi ise kıyamet alameti olarak sayılmıştır. Adamın biri Hz. Peygamber (sas)’e: “Ya Resulallah! Kıyamet ne zaman kopacak?” dedi. Peygamber (sas): “Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekleyin” buyurdu. Sahabe: “Ya Resulallah! Emanetin zayi edilmesi nedir?” diye sorduklarında: “İşlerin ehil olmayanlara verilmesi, ehil olmayan kimselerin iş başına geçirilmeleridir” buyurdu. (Buharî, İlim: 2)

            Mekke feth edilmiş ve müşriklerin idaresine son verilmişti. Mekke’de Sikaye, Rifâde, Livâ gibi bir takım hizmet kolları vardı. Bu hizmetleri günümüzdeki bakanlıklara benzetebiliriz. Her bir birimin Mekke yönetimiyle ilgili farklı alanları vardı. Bu bakanlıkların en önemlilerinden birisi de Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarının muhafazası görevi olan SİDÂNE’ydi.  Bu göreve ise müşriklerden olan Osman bin Talha bakıyordu. Hatta Mekke feth edildikten sonra Hz. Peygamber (sas) Kâbe’nin içerisinde namaz kılmak istemiş ama Osman b. Talha Kâbe’nin anahtarını peygamberimize vermemişti. Mekke’nin yönetimi Müslümanların eline geçtikten sonra Peygamberimizin amcası Abbas bu görevin müşrik olan Osman b. Talha’dan alınarak bu görevin kendisine verilmesini istedi.  Bunun üzerine: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisâ: 58) ayet-i kerimesi nazil oldu. Bunu üzerine Hz. Peygamber (sas) Kâbe’nin anahtarını tekrar Osman b. Talha’ya verdi. Bu görev birçok sorumlulukları da içerdiğinden dolayı bu işi yapacak kimsenin bu konuda yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olması gerekiyordu. Hz. Peygamber de müşrikte olsa bu konuda ehil olan Osman b. Talha’ya anahtarı teslim etmişti. Osman b. Talha’da Hz. Peygamberin bu adaletli tutumundan etkilenmiş ve Müslüman olmuştu.  Hz. Peygamber (sas) meseleye liyakat penceresinden yaklaşmış ve öyle davranmıştı.

            Bugün gelinen noktada en büyük sakıntımız bu olsa gerek. Devlet yönetiminde aslolan süreklilik olmasına rağmen bu makamlara gelen çoğu kimseler adalet ilkesini unutarak kendine yakın olan kimseleri iş başına getirmektedirler. Çalışarak, hak ederek belli bir yerlere gelmeyi hak eden kimseleri hiç görmezden gelmektedirler. Oysaki yanlış verilen bir karar, sahibi için kıyamete kadar bir günah defteridir. Hak eden birinin hakkını vermemek bir zulüm olduğu gibi hak etmeyen diğerini getirmek ise ikinci bir zulümdür. Yani yetki sahibi olan bir kimse, bir yere birini atarken liyakat ilkesini gözetmez ise çift taraflı günah kazanmaya devam edecektir. Hem adaleti gözetmediği, layık olmayan kimseyi göreve getirdiği için onun işlemiş olduğu her günaha ortak olacak, hem de bir kimsenin hakkını gasp ettiğinden dolayı her daima kul hakkı yemiş olacaktır. Birilerinin hatırına kendisini cehenneme sürükleyecektir.

            Müslümana yakışan her zaman adaleti gözetmektir. Bilhassa da idareci olan ve elinde yetki olan kimseler atamalarda son derece dikkatli olmalıdır. Allah’ın emrini her şeyin üzerinde tutmalıdır. İnsanların hatırını Allah’ın hatırına tercih etmemelidir. Bir yerden vazife ve görev talebinde bulunan kimseler de bu konuda kendilerine iltimas geçilmesini istememelidir. “Benim oğlumu, benim kızımı şuraya yerleştir” düşüncesinden uzak durmalıdır. Sadece ve sadece şunu söyleyebilir: “Benim evladım şöyle bir sınava girecek. Ben senden başkasının hakkını alıp da benim evladıma vermeni istemiyorum. Sadece onun hakkını korumanı istiyorum.” Yetki sahibi insanlar da sadece bu durumda olan kimselerin haklarını koruyabilirler.

            Mülakat ehli olanlara değil Liyakat ehli olanlara sahip çıkılmalıdır.