Aynı anne babadan doğmak, aynı ebeveynlere sahip olmak anlamına gelir mi gerçekten? Biyolojik olarak evet, ama duygusal ve psikolojik olarak hayır. Çünkü ebeveynler, zamanla değişir. Yaşadıkları, öğrendikleri, yoruldukları, olgunlaştıkları veya hayal kırıklıklarıyla şekillenen birer insandır. Bu yüzden her çocuk, anne ve babasının farklı bir versiyonunu tanır.

İlk çocuk genellikle “deneme sürümü”dür. Ebeveynler, heyecanla ama tecrübesizce yaklaşır. Kurallar sıkıdır, beklentiler yüksektir, hatalara tahammül azdır. Her şey “doğru” yapılmak istenir. İkinci çocuk doğduğunda ise aile artık biraz daha esnektir. Kuralcı ebeveynlerin yerini, biraz daha anlayışlı, bazen de yorgun ebeveynler alır. Üçüncü çocukta ise işler genellikle “nasıl olsa büyür” noktasına gelir.

Ebeveynlerin değişimi sadece yorgunluktan ibaret değildir. Zamanla dünya değişir, koşullar değişir, ekonomik kaygılar, sağlık sorunları, ilişkilerdeki çatlaklar veya olgunlaşma süreçleri ebeveynliğe yansır. Bir kardeş, sabırlı ve oyunbaz bir anneyle büyürken; diğeri aynı annenin daha kaygılı, daha suskun bir dönemine denk gelebilir.

Bu fark bazen kardeşler arasında kıyaslamalara yol açar: “Senin zamanında annem böyle değildi.”, “Babam bana hiç böyle davranmadı.” gibi cümleler, aslında aile içi tarih farklarını yansıtır. Çünkü ebeveynlik, statik bir rol değil; yaşayan, dönüşen bir süreçtir.

Belki de bu gerçeği kabullenmek, hem ebeveynlerin üzerindeki “herkese eşit davranma” baskısını hafifletir hem de kardeşler arasındaki gizli rekabeti azaltır. Çünkü kimse aynı ebeveynden büyümüyor; herkes kendi döneminin annesini, babasını tanıyor.

Ve belki de aile olmanın güzelliği tam da burada saklıdır: Aynı kökten, farklı hikâyeler filizlenir.