Sabah uyanır uyanmaz elimiz telefona gidiyor. Gün içinde defalarca “ne kaçırdım?” diye ekranı kaydırıyoruz. Sosyal medya artık sadece iletişim kurduğumuz bir alan değil; kendimizi sunduğumuz, beğeni topladığımız ve çoğu zaman kıyaslandığımız bir dijital vitrin.

Ancak bu vitrin çoğu zaman gerçeği yansıtmıyor. İnsanlar yalnızca en mutlu anlarını, başarılarını ve “en iyi hâllerini” paylaşıyor. Bu da bizde, kendi yaşamımızı yetersiz ve eksik görme eğilimini tetikliyor.

Dijital Kimlik, Gerçek Benlik

Sosyal medya hesaplarımız bir nevi “dijital kimlik kartı” gibi çalışıyor. Filtreli fotoğraflar, özenle seçilmiş anlar ve cümleler… Gerçek benliğimiz ile sosyal medyada sunduğumuz benlik arasında bir fark oluştuğunda, kişi zamanla kendini tanıyamaz hâle geliyor. Bu da kimlik bunalımına ve içsel çatışmalara yol açabiliyor.

Onay Bağımlılığı ve Yetersizlik Hissi

Beğeni sayıları, izlenme oranları, takipçi artışı… Tüm bu veriler, bir süre sonra bireyin kendi değerini dış etkenlere bağlamasına neden olabiliyor. Sosyal medyada görünür olmak, bir ihtiyaç hâline geldiğinde psikolojik denge bozulabiliyor. Beğenilme arzusu, gerçeklikten uzak bir performans baskısı yaratıyor.

Kaçırma Korkusu (FOMO) ile Tetiklenen Kaygı

Bir başkasının tatili, ilişkisi ya da başarısı... Tüm bunlar bireyde “geri kalıyorum” hissini oluşturuyor. FOMO, yani bir şeyleri kaçırma korkusu, günümüzde kaygı bozukluklarının en yaygın sebeplerinden biri hâline gelmiş durumda. Herkes bir şeyler yaparken, senin hiçbir şey yapmıyor olman büyük bir boşluk yaratıyor gibi hissediliyor.

Gerçeğe Dönmenin Zamanı

Sosyal medya hayatın sadece küçük ve çoğu zaman süslenmiş bir kesiti. Gerçek hayat, mükemmel olmak zorunda değil. Eksiklerimiz, hatalarımız ve sade anlarımızla varız. Ekrandaki değil, içimizdeki ses değerli olan. O sesi kaybetmemek için, bazen ekrandan uzaklaşmak gerekir.

Filtreli hayatlara bakarken kendi gerçeğimizi unutmayalım. En filtresiz hâlimizle de yeterli ve değerliyiz.