6 Şubat’ta yaşamış olduğumuz deprem, birçok şeylerin ortaya çıkmasına da vesile oldu. Yaşanan acıların yanında insani noktada hangi seviyelerde olduğumuzu da gösterdi. Deprem birileri için acı olurken, bazılarına ise birer fırsat kapısına dönüştü. Pandemi ile başlayan fırsatçılık depremle birlikte zirve yaptı.

Depremden sonra insanların içerisine düşmüş oldukları sıkıntı ve zorluklar birileri için fırsata dönüştü. Diğer zamanlarda bir liraya alınabilecek eşyaların fiyatını bir anda on liraya, bin lira olan kiraların bedeli on bin liraya dayandı. Kimin elinde ne var ise oradan yüklenmeye başladı. Adeta “ölenler öldü, ölmeyenlere gün doğdu” dercesine geride kalan ahlaksız kimselere fırsat doğmuştu.  

Çok çabuk unutmuştuk. Deprem esnasında yaşadığımız acıları, canımızı dahi zor kurtara bildiğimiz depremin etkisini, kaybettiğimiz sevdiklerimizin acılarını çabuk unutmuştuk. Yaşanan bu hadiselerden ibret alıp kendimizi daha fazla düzeltmek yerine fırsat kollamaya başlamıştık. İnsanların yaşamış oldukları çaresizlikleri ahiretimizi kazanmak için birer fırsata çevirme imkânı varken, bizler bunu dünyalığımız için fırsata çevirmeyi tercih etmiştik. Yazık ettik. Ellerimizin altına kadar gelen Allah’ın rızasını ve cenneti kazanma fırsatını elimizin tersi ile iterek, Şeytanın rızasına koşarak kendimize yazık ettik. Nefislerimizi Allah’a pazarlamak yerine şeytana pazarlayarak kendi nefislerimize yazık ettik.

Her konuda ahlaklı ve ilkeli davranmayı emreden İslam, insanların zaafını kullanmayı ve bu zaafları kullanarak birtakım kazançlar sağlamayı da yasaklamıştır. Genel manada yetim ve ihtiyaç sahiplerine ikramda bulunmayı, zorluk zamanında daha cömert ve daha fedakâr olunmasını emrederken (Beled: 11-16) insanların zaafını kullanarak kazanç elde etmeyi haram kılmıştır. Pazara satmak için mal getiren kimsenin pazarı görmeden malına müşteri olunmasını men etmiştir. Satıcı pazarı görmeden malının gerçek değerini kestiremeyeceği için pazarı görmesini, malının değerinin ne kadar olabileceğini öğrenmesini istemiştir. Aynı şekilde borcundan dolayı sıkışmış ve malını satan kimsenin malının gerçek değerinde alınmasını emretmiştir. “Bu insan sıkışmıştır. Ne dersem o fiyata satar” diyerek o insanı sıkıştırarak malının satın alınmasını yasaklamıştır. Veya insanların bir şeye ihtiyaçları var ve bu şeyin de kendisinden başka kimsede olmadığını bilen bir esnafın, bu malı gerçek değeri üzerinde satmasına izin vermemiştir. “Ne de olsa insanlar bunu almak zorunda. Bu da benden başka kimse de yok. Onun için hangi fiyatı söylersem söyleyeyim mutlaka alacaklar” diyerek satılmasını ve bu şekilde elde edilen karı helal kabul etmemiştir.

Gerçek mümin, zorluklar anında belli olur. İnsanların zaaflarını kullanarak oradan kazanç elde etme peşine düşmez. Hatta bu durumda daha cömert ve daha fazla ikram sahibi olur. İnsanlar bir musibete uğradıklarında elindeki ürünlerin fiyatını birden beşe çıkarmaz. Elemeği ile geçinen kimse ise önceden talep ettiğinin kat kat fazlasını talep etmez. Sıkıntılar, zorluklar geçer gider ama insanların bu zamanlarda gösterdikleri tutum ve davranışlar hafızalarda kazınır kalır. Sadece hafızalarda kalmaz, mahşer günü “malını nerden ve ne şekilde kazandın?” hesabı sorulurken de karşısına çıkar.

                Kendimize yapıldığında hoşumuza gitmeyecek şeyleri bizler de başkalarına yapmayacağız. Düne kadar gıda maddelerine yapılan haksız zamları eleştirirken bugün bizlerin benzeri bir davranış sergilemesi hiç ahlakî değildir. Başkalarının hataları ile meşgul olurken kendi hatalarımızı görmemek bir çelişkidir. Her zaman karşıdan bekliyoruz. Bir şey yapılacak ise birileri yapsın istiyoruz. Oysaki İslam, tam tersi bir yolu önerir. “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d: 11) ayet-i kerimesinde de buyrulduğu gibi değişim önce kişilerden başlar. Bizler kendimizi değiştireceğiz ki toplum da değişsin. Bizler düzeleceğiz ki toplum da düzelsin.