Okumaya ilkokul dördüncü sınıftan itibaren alışmıştım. Gelirimiz öyle kitap, dergi alabilecek durumda olmadığından evimize çok yakın olan ve o yıllarda açılan Elbistan Çocuk Kütüphanesi’nin başta gelen okuyucularından olmuştum. Ayrıca, özellikle dedemlerde -onlar günlük gazeteler alırlardı- elime gazete ve kitap olarak ne geçerse okurdum.

Aynı şekilde dedem almış olmalı ki onlarda bir gün elime küçük boyutlu, turuncumsu tek renk, karton kapak, samanlı kâğıda basılmış “Hasan’a Mektuplar” diye bir kitap geçti. O güne kadar Afşinli halk şairlerinden Kul Hamit’in, Şevket Yücel’in, Elbistanlı şairlerden Adil Soydan’ın ‘Gönül’ ve adını hatırlamadığım daha birkaç şiir kitabı ancak okumuştum; bir de okulumuzun müdürü ve bizim sınıfın matematik öğretmeni M. Fethi Akat’ın “Yaralı Bozkurt” isimli manzum piyesini... Elbistan’ın Sesi gazetesinde yayınlanan şiirleri de hemen hiç kaçırmıyordum. Bu yüzden Çıtak Ahmet gibi Abdurrahim Karakoç ismine de yabancı değildim. Kitabın kapağındaki “Mektup yazdım Hasan’a / Ha Hasan’a ha sana” esprisi o kadar hoşuma gitmişti ki, o saniyeden itibaren Abdurrahim Karakoç’la tanışmak, görüşmek arzusu duymuştum…

Tam bu tarihlerde ağabeyi Bahaettin Karakoç’la da tanışmıştık. Elbistan’da sağlık memuru olarak çalışıyordu. Onun güler yüzü, sevecen tavrı ve bizlere bir şeyler kazandırma gayreti hep saygıyla andığım izlenimler olarak aklımda kalmıştır. Görev yaptığı dairesine zaman zaman gider sohbetler ederdik. Ayrıca M. H. Lisesi’nde Din Dersi öğretmenimiz olan Prof. Dr. Nasuhi Karaaslan Bey’le sıkı arkadaştılar; akşamları onun evinde bir araya geldiğimizde şiir, dergiler, bazı yayınlar, şiir kitapları vs. hakkında konuşmalar, tartışmalar yapılırdı. Biz daha çok dinleyiciydik…

O sıralarda, Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesi’nde okuyan arkadaşım Mehmet Karaman kendisinin de şahit olduğu bir anıyı anlatınca, tanışma arzum birkaç kat artmıştı. Maraşlı Halk Şairlerinden Mustafa Zülkadiroğlu “Bomboş” (1967) isimli bir kitap yayınlar. Kitabın yayınlanmasından sonraki ayların birinde Abdurrahim Karakoç, Maraş’ta bir geceye katılır. Salonda onu gören Mustafa Zülkadiroğlu ile aralarında şu konuşma geçer:

− Abdurrahim Bey, benim kitabımı görmüş müydünüz?

− Hangisini?

− Bomboş’u.

− Haa gördüm, gördüm..

− Nasıl buldunuz?

− Bomboş!..

Ciddi, pek gülmez gibi görünen yüzünün arkasında müthiş bir espri yeteneği, anlayışı ve taşı gediğine koyma zekâsı vardı. Zaten öyle olmasaydı, o harika, ince ve derin hiciv şiirlerini yazabilir miydi? Ayrıca çok sakin, sevecen, sesini hiç yükseltmeyen, sabırlı bir insan olarak yer etti içimde…

60’lı yılların son çeyreği gibi geliyor bana; 67 mi desem, 68 mi? Elbistan’da Çarşı Camii’nin kuzey taraf karşısında yavaştan değişmeye yüz tutmuş ‘Marangozlar Çarşısı’nın doğu köşesindeki dükkânın bitişiğinde iki katlı, daracık bir bina vardı. Bu bina, Ali Akbaş’ın önderliğinde Elbistan’da ilk ‘Ülkü Ocağı’ olarak kiralanmıştı. Kimi arkadaşlarıma uyarak ben de arada sırada gelip gitmeye başlamıştım… On beş, on altı yaşındaydım, benim gibi yeni yetme gençlerden sekiz on tane gelip gideni görürdüm…

Akşamları giderdik daha çok biz. Bir saat kadar oturur, ikram edilen çayı içer ayrılırdık. Bir süre sonra bazılarına seminer konuları verilmiş olmalı ki, periyodik olarak haftada bir sunulmaya başladı. Konunun adı ilgimizi çekerse gidip dinliyorduk. Ayrılmaz arkadaş grubumuzdan Mehmet Karaman’a da seminer konusu olarak “Toprak Reformu” verilmiş, yararlanması için de Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın “Toprak Reformu ve Köy kalkınması” (1964) isimli kitabı emanet edilmişti. Seminere üç gün kala, Mehmet Karaman Maraş’a gitmek zorunda olduğunu ileri sürerek cayınca, Ali Akbaş, benden rica etti. Ben de kabul ettim. Gece gündüz çalışarak, üç gün içinde hazırlandım ve belirlenen günün akşamı dinlemeye gelen on on beş kişiye sundum.

Ali Akbaş ile tam karşımda oturan zayıf, esmer, siyah ve hafif sarkık bıyıklı, simsiyah saçları alnının yarısından çoğunu kapatmış; dinlerken sürekli elindeki kalem ile kolunu dayadığı masada bir kâğıda başını hiç kaldırmadan şekiller çizen; arka arkaya sigara içen, sigarasından nefes çekerken avurtları sanki birbirine değecekmiş gibi içeri çöken;  tahta sandalyede hep bacak bacak üstüne atarak oturan ve bunu yaparken üstteki bacağını, yere basan bacağı ile birlikte onu yasladığı sandalyenin de ayağını birlikte saran bir ağabey ve yaşı bizlere nispeten beş on yaş daha büyük birkaç Elbistanlı tebrik ettikleri gibi yüreklendirici sözler söylemişlerdi. Meğer tahta sandalyede oturan, o zayıf, esmer ve sürekli sigara içen Abdurrahim Karakoç imiş. Bunu Ali Akbaş, tebrik faslının bitiminde tanıtınca öğrenmiştim. Heyecanlanmış, sevinmiş ve onu sevmiştim…

O yıllarda Abdurrahim Karakoç Ekinözü belediyesinde muhasip olarak çalışırdı. Milliyetçi, dini değerlere önem veren bir şair ağabey olarak bildiğimizden, sohbet edip fikirlerinden istifade etmek düşüncesiyle, sıkı arkadaş grubu oluşturan bizler, (Mehmet Karaman, Orhan Poyraz, Yalçın Bolu ve ben) onu, zaman zaman ziyaret ederdik. Ya kasabanın kahvesinde bulurduk onu ya belediyedeki odasında. Çay ikram ederdi, sorularımıza cevaplar verirdi; bizim nelerle uğraştığımızı, neler okuduğumuzu vs. sorardı… Ben de bu ziyaretlerimizin birinde -soracak bir şey bulamadığımdan olacak- şiiri ne zamanlar, nasıl yazdığını sormuştum. Şu cevabı vermişti:

− İlham bu, ne zaman geleceği belli olmaz Arif. Daha çok yalnızken misafir olur bana... Yanımdan defter kalem eksik etmem. Geleni geldiği kadar hemen yazarım. Sonra üzerinde düşünürüm, değişiklikler yaparım. Yattıktan sonra da gelir sıklıkla.. Düşünün, lamba sönmüş herkes uyumuş, sen uyumadan önce yatakta dönüp duruyor, kafanda hayallerle, hayatla, gerçeklerle, şiirle, savaşıyorsun adeta..  Birden bir dörtlük, bir beyit düşüyor aklına. Onu kaçırmamak gerek. Yarına kadar unutabilirsin. Yerimden kalkıp, kibriti bulup, lambayı yakıp, kâğıdı kalemi alıp yazıncaya kadar unutma ihtimali vardı ve aile efradı rahatsız olabilirdi. Sırf bunlar için pilli küçük bir teyp aldım, hemen düğmesine basıyorum, aklıma düşeni okuyorum, ertesi gün de deftere aktarıyorum… Daha önce teyp yokken, lambayı yakmaya erindiğim veya kibrit bulamadığım zamanlarda, hemen yanımdaki ocaktan aldığım kömürle, görmediğim halde duvara beyitler, dörtlükler yazdığım çok olurdu..

Yine böyle ziyaretlerimizin birini yapmak üzere niyetlendik ve Cela’ya (Ekinözü) varınca mesai saati içinde bulunduğumuzdan odasında olacağını düşünerek belediyeye uğramıştık. Yoktu. Birlikte çalıştığı arkadaşları, “Misafirleri gelmiş.  Onlar çağırınca Yukarı İçme’ye gitti” dediler. Çok yakındı. Üstelik kestirme bir yolu varmış, tarif ettiler ve yürüyerek gittik.

Yukarı İçme’ye; Ekinözü’nden Aşağı İçme ve daha ötelere uzanan toprak yoldan sol tarafa ayrılan kısa ve hafif eğimli yolla girilirdi. Bu eğimin bitiminde içinde belediye görevlilerinin beklediği iğreti bir kulübe vardı. Burada, görevliler, yayaları bilmem ama minibüs, otobüs, cip, taksi, kamyon gibi toplu taşıma araçları girerken durdurur ve kıstasları ne ise bilmem ille “Toprak Bastı Parası” adı altında ücret alırlardı. Burayı geçince sol tarafta, özellikle anayola paralel olarak akan arkın iki yanına dikilmiş yaşlı kavak ve söğüt ağaçlarının gölgesiyle serinleyen çok geniş bir çayırlık vardı. Bu çayırlıkta, birçok ilden daha çok güney illerinden, hatta yurt dışından şifalı olduğu bilinen acı su içerek derdine deva aramak için gelenler, canları sıkıldığında, sohbet arzuladıklarında veya gezindikten sonra serinlemek niyetiyle gelip otururlardı. Burada rengârenk, her kültürü temsil eden insanı görmek mümkündü. Aşağı içmede de aynı şekilde... Biz oraya geldiğimizde, gölge alanda, büyük bir halka şeklinde sandalyelerde oturan yirminin üzerinde insan görünüyordu. Bize göre sağ tarafın orta kısmında Abdurrahim ağabey oturmuştu. Yaklaştık. Bakıp bizi görünce ayağa kalkarak hoşbeş etti. Misafirlerle tanıştırdı ve halkayı genişletmek amacıyla kollarını iki yana açarak geri doğru birkaç adım yürüdü ve yakınlarındakilere de kendisine uymaları için eliyle işaret etti. Böylece sağında solunda boşluklar oluşmuştu. Buralara bizim için sandalyeler getirtti…

Halka geniş, oturanlar kısmen birbirine uzak olunca, birbirine daha yakın olanlar kendi aralarında sohbete ediyordu. Belki bunu önlemek, belki durgunlaşan havayı neşelendirmek için, bir ara Abdurrahim Karakoç, sesini hafif yükselterek, kelimesi kelimesine şunları anlatı;

− Yıllar önce bir gün yine misafir arkadaşlarla burada oturuyorduk. Şu karşı yolda tozu dumana katan gosgoslu bir araba gelip durdu. Sanıyorum Mercedes’ti. Onu görünce yaklaşan gence bir şeyler söyledi. O da koşarak yanıma geldi ve bana, ‘Abdurrahim ağabey, bir hanım seni görmeye gelmiş; buraya kadar gelebilir mi, diyor’ dedi. Ee hanım olunca, belki gelmeye çekinmiştir diye düşündüm ve gittim. Yaklaşırken kadın arabadan indi. Hoş geldiniz dedim. O, ‘hoş bulduk; ben Ankara Kayseri üzerinden Malatya’ya gidiyordum, tabelada Elbistan yazısını okuyunca, şiirlerinden dolayı hayranlık beslediğim ve Elbistanlı olduğunu bildiğim Abdurrahim Karakoç’u görmek, tanımak istedim. O yok muydu?’ dedi. Ben de ‘Hanımefendi, Abdurrahim Karakoç benim’ dedim. Bunun üzerine kadın baktı, baktı hemen yanında durduğu arabasının kapısını açarken, ‘keşke sizi görmeseydim de hayalimdeki gibi kalsaydınız…’ dedi ve binip gitti…

Ne kadar gülmüştük, ne kadar…

Ülkemizin hemen her yerinde tanınan üç Karakoç’u (Bahaettin Karakoç, Abdurrahim Karakoç ve Sezai Karakoç) da az çok ilgilendiren bir başka hatıramı daha anlatmak isterim. Zaman Gazetesi yayın hayatına başlayalı çok olmamıştı. Memleketten yıllardır tanıdığımız, arkadaşımız N. Ahmet Özalp da o sıralar İstanbul’da Zaman’ın Kültür sayfasına yazılar yazıyor, kitaplar tanıtıyordu. Ben de her gittiğimde, Sezai Karakoç’a, Yüksek Kanar’a ve N. Ahmet Özalp’a uğrar sohbet ederdik. O sıralarda Sezai Karakoç’un “ŞİİRLER VII Ateş Dansı” (1987) isimli şiir kitabı çıkmıştı. Konu bu kitaba gelince N. Ahmet’e sordum;

− Bu kitap için de bir tanıtım yazısı yazsana...

− Elbette yazarım; ama elimde bir örneğinin olması gerekir.

− Ben gidip getirebilirim…

− Verir mi acaba?

− Neden vermesin? Gerekirse satın alırım. Benim niyetim, daha çok tanıtım için izin istemek.

− Pekâlâ; bir dene istersen…

Gitmek üzere yerimden kalkmıştım ki, aklıma, Zaman çıktığından beri cevabını merak ettiğim bir soru geldi;

− Zaman Gazetesi’nde Sezai Karakoç da yazsa kötü mü olur; neden yazdırmıyorlar?

− Eğer yazmak isterse sayfalarını açacağından hiç şüphem yok. Gitmişken, istersen sor bakalım, yazmak ister mi? Eğer kabul ederse büyük bir iş başarmış oluruz…

− Tamam…

Gittim. Üretmen Han’daki bürosuna vardığımda yalnızdı. Yıllar önce Yüksel Kanar aracılığı ile tanıştıktan sonra İstanbul’a her gidişimde ziyaret ettiğimden beni tanıyordu. Selamlaşıp sadede gelince “Ateş Dansı kitabınızı eğer uygun görürseniz arkadaşım Zaman’ın Kültür sayfasında tanıtmak istiyor; dolayısıyla hem fotoğrafını almak ve hem de içeriğine vakıf olması için kitaptan istiyor…” dedim. Kim olduğunu, güvenilir olup olmadığını vs. sorduktan sonra bir kitap verdi. O ara Zaman’da yazmayı düşünüp düşünmediğini sordum. Mütereddit bir eda ile şöyle cevap verdi:

− Yazmayı arzu ettiğim vakitlerde gazetelerden hiç teklif gelmezdi; yazmamayı düşündüğüm, yani kitap ve dergi (Diriliş) çalışmalarına ağırlık vermeyi planladığım zamanlarda da teklifler geldi. Tıpkı, kahveyi çok sevdiğim ve içmeyi arzu ettiğim zamanlarda pek elime geçmemesi, ama doktorun yasaklamasından sonra ziyarete gelen birçoğunun hediye olarak kahve getirmesi gibi. Bu ara herhangi bir gazetede yazmayı düşünmüyorum.

Sonra rastladığı engellerden bahsetti.  Milli Gazete’deki deneyiminden, o gazetede yazdığı süre içinde tiraj artarsa birilerinin üstlendiğinden, düşerse hedefe kendisinin oturtulduğundan bahsetti. Elbistan’dan; bu şirin, yemyeşil görünen ama yolları çok tozlu olan ilçeye ellili yıllarda bir kere gittiğinden, üzerinde değirmenlerin de olduğu bir köprünün (Köprübaşı) yakınlarındaki bahçede misafir edildiğinden; Şirahbil Ketizmen ve Eldelekli H. Mehmet Çimen’in okul arkadaşları olduğundan bahsetti. Onları tanıyıp tanımadığımı sorduktan sonra onlarla ilgili çok ilginç bir de anısını anlattı. O ara “Sizin Karakoçları da soyadı benzerliğinden, yani bu benzerliğin çağrışımından hareketle beni engellemek, etkimi azaltmak için lanse ettiler” dedi. Benim, “Ama onların siyaset ve şiir anlayışları çok farklı değil mi üstadım” dememe rağmen, fikrinde ısrar etti…

Bahaettin Karakoç (1930), Abdurrahim Karakoç (1932) ve kendisi (1933) aşağı yukarı yaşıttılar. Şiirleri de aşağı yukarı aynı zamanlarda dergilerde ve kitaplarda yer almaya başladı… Gerçekten çok farklı mecralarda şiir yazıyorlardı; bunlara rağmen neden böyle düşündüğüne, bu fikre nasıl kapıldığına bir türlü anlam verememiştim…

Uzun yıllar, binalarının yerleri ve bahçeleri bugün Köprübaşı’ndaki parkın içinde kalan Avcılar Kulübü ve bitişiğindeki Öğretmenler derneği, bütün Elbistanlıların nefes aldığı, oturup çay içtiği tavla, iskambil, satranç oynadığı ve misafirleriyle sohbet ettiği yegâne yerdi. Abdurrahim ağabey de Ekinözü’nden geldiğinde uğrarsa, arkadaşlarla burada buluşur sohbet ederdik. Eğer, gideceği zaman gelmişse, koltuğunun altında, muhakkak paket halinde, o günün hemen tüm gazeteleri, takip ettiği dergiler, mecmualar olurdu. O zamanlar her gün gelmek mümkün olmadığından, gelmişken bir haftalık malzeme ediniyordu herhalde…  -Necip Fazıl’a rahmet olsun- bir gün ‘Kaba softa ham yobaz’ın biri aklınca eleştirmişti:

− Kardeşim, içinde açık saçık avrat resimleri de vardır bu renkli gazetelerin, bunları niye okuyorsun ki?

Abdurrahim ağabey de sakince cevaplamıştı;

− Ağabeyim, benim onları tanımam gerek. Şiirimi yazmam, eleştirmem, baltayı taşa vurmamam için; ne yapıyorlar, ne demişler, bizim cenaha tavırları ne, ülkemiz nereye gidiyor, yönetenler ne ediyor öğrenmem için okumam gerek. Başka yolu var mı?

Bu tür sohbetlerimizden ilginç olanlarından birkaçını nakletmek isterim.

• Hiciv-Eleştiri konusunda sıkıntı çekip çekmediğini sormuştum da şöyle cevaplamıştı;

− Bizim milletin çoğu ahmak ve ciddi meseleleri o kadar önemsizmiş gibi ele alıyor ki, bu yüzden eleştiri konusu istediğimden daha çok çıkıyor.. Bak şunu da söyleyeyim, ben solcu olsam bizim kesimi o kadar kolay hicvederim ki, akıllar durur. Bu solcular da bizi tanıyacak kadar bilgi yok ki eleştirsinler. Kurusıkı laftan öte gidemiyorlar…

• İleri saat uygulamasına kesinlikle uymazdı. Saatini hiç değiştirmezdi. Neden ileri almadığını sorunca, tam Abdurrahim Karakoç’a uygun bir cevap vermişti;

− Niye alayım Arif, benim saatimin duruşu doğru, onlar eninde sonunda bunun ayarına geri geleceklerdir.

• Bir defasında da Ceyhan’ın kıyısına oturmuş çay içerek sohbet ediyorduk. Sordum;

− Ağabey, Elbistan artık dar gelmiyor mu? Ülkemizin okuyan kesiminde tanımayan yok gibi, kimi şiirlerini sol kesim bile beğeniyor, türküleştiriyor; gecelerinde, törenlerinde okuyorlar.. İstanbul’a gitmeyi düşünmüyor musun?

Beklemediğim bir cevap vermişti;

− Düşünüyorum. Ama daha çok erken; belki ileride… Doktor Bey, Hâkim Bey; Mebus Bey gibi şiirlerim yayınlandıktan, bazıları bestelenip plaklara okunduktan sonra sol kesim, halkın derdiyle dertlenmemi kendine yakın bulmuş olacak ki, ‘Gel bizde yaz, ne istersen iste…’ gibi teklifler yaptı; ama kesinlikle yüz vermedim, vermem de… Gidersem, başka niyetlerle gideceğim…

1974 yılında Kıbrıs Çıkartması’nın havasına kapılmış ve Elbistan Ülkü Ocağı “Türk Ordusu Yararına” bir gece düzenlemişti. Yöneten arkadaşlar (Yılmaz Terzi, Bilal Bütün vs.), benim sunucu olmamı istediler ve ısrarla kabul ettirdiler. Biletler satılmış, davetiyeler gönderilmişti. Gece başlamadan saatler öncesinden Dilek Sineması’nın bırakın salonunu, koridorları, merdivenleri hatta dış kapısının önü bile Elbistan’ın içinden, köylerinden, Afşin’den gelen insanlarla dolmuştu. Abdurrahim Karakoç, Hayati Vasfi Taşyürek de misafirler arasında idi. Ön sırada yer ayrılmıştı onlara… O sıralar ünü parlamış olan Kul Mustafa’nın, Kaynarî ve Hacı Karakılçık gibi halk şairlerinden oluşturduğu beş altı kişilik ekibi gecemizin ikinci bölümünü dolduracaklardı. İhtimal ki, halkın önemli bir kesimi onları dinlemek üzere gelmişlerdi.

Bizim hazırladığımız ilk bölüm bitmiş, arada yaptığımız açık artırma inanılmaz renkli geçmiş ve ilgi görmüştü. Kul Mustafa gece başlamadan önce “Arkadaşım, bizim bölüm başlarken mikrofonu bize vereceksin, sunuculuğu biz kendimiz yapacağız” demesine rağmen, sunumu ve halkın bana olan tavrı hoşuna gitmiş olacak ki devam etmemi rica etmişti. Kâh ben sunuyordum, kâh kendisi mikrofonu alıp bir şeyler söylüyordu. Bir ara atışma yapmaya karar verdiler. Kul Mustafa ile çırağı olduğunu söylediği Hacı Karakılçık atışacaktı.  Merhum Hayati Vasfi Taşyürek’ten ayak istediler; o da “Meydana gel” dedi. Gerçekten çok güzel, salondaki insanları pürdikkat dinlendiren, zaman zaman sesli ve alkışlarla tezahürat yaptıracak kadar heyecanlandıran bir atışma yaptılar. Ben mikrofonu bir ona bir berikine uzatıyordum. O sırada, cevabı düşünüp ve sazları eşliğinde söylerlerken gözlerindeki ışığın beni nasıl delip geçer gibi etkilediğini, nasıl gözlerinin fıldır fıldır döndüğünü hiç unutamadım!

Alkışı daha çok alan, böylece havaya giren Kul Mustafa, salona dönerek meydan okudu. Üstüne şair tanımadığını, atışmada kimsenin yenemeyeceğini, vs söyledi. Bunun üzerine, salonda bir sessizlik oldu. Kimi ayıp ettiğini düşünüyordu, kimi “Aha şimdi Abdurrahim ağabey çıkarsa meydana onun hakkını avucuna kor” diyordu. Abdurrahim Ağabey, bana, ‘beni sahneye çağır’ işaretini yaptı. Ben de sahneyi boşalttıktan sonra şiir okuyacağını anons ederek davet ettim. Atışma yapacağı sanılarak heyecanlanan kalabalık salonu havalandırıyordu neredeyse. Dışarıdakiler de içeri girmek için kapılarda bastırıyordu. Abdurrahim Karakoç, sahneye çıkıp mikrofonu aldı ve salonu alkışla inlettiren şu cevabı verdi;

− Ben, irticalen de söylerim. Bilenler bilir ki çok söyledim. Üzerinde durmadığımdan körelmiştir.  Ama ben, asıl kalem şairiyim. Kalemle yazışmak üzere göbeğinden atan varsa buyursun çıksın karşıma!

Henüz çıkan olmadı…

Kabri nur, ruhu şad ve mekânı cennet olsun…