Eskiler “Ev alma komşu al” derlermiş ya siz onlara pek bakmayın artık; günümüzde şehrimize apartmanlaşma musallat olalı beri, komşuluk kuru bir ‘merhaba’ boyutunda kaldı…

Otuz kırk yıl önce, büyük şehirleri en çok da İstanbul’u anlatırlarken, “Yahu kardeşim, apartmanda kimse kimseyi tanımıyor; karşı dairede kim oturuyor, üst katta vefat eden mi var, alt katta oturanın bile haberi olmuyor; olsa da umursamıyor…” gibi şeyler söylerlerdi de inanmazdım; meğer çok doğru bir tespitmiş. Bırakın İstanbul’u buyurun ilçemizin yeni yetme apartmanlarını, ‘sitelerini’ gezin, oturanlara soruşturun, eskiden tanışan üç beş kişi hariç, neredeyse kimse kimseyi tanımıyor, gelip gitmiyor; bayramlarda bile ziyaret etmiyor…

Başka bir deyişle insanlar kendi kendilerine yetiyor, adeta.. Akşam olunca ilenin büyük fertleri çalıştıkları yerden küçükleri de okullarından eve geliyor ve kapanıyorlar içeri.. Kimi bilgisayarının, kimi televizyonun başına geçiyor ki, artık dünya umurlarında değildir…

Komşu çok; ama komşuluk yapan yok…

Komşu komşunun külüne muhtaçtır” atasözü de artık pek geçerli değil gibi.. Herkesin ya her şeyi var, ya da ihtiyaç duyduğu şeye ulaşma, hemen onu temin etme imkânı… Düşünüyorum da, eskiden komşular, birbirlerine çocuklarını ‘yumuşa’ gönderip akıl almaz şeyleri bile istemek zorunda kalırlardı.

Ebemin başı arıyormuş da, anam ıcık eşgi (turşu) istedi. (Aslında masum bir yalan var bunda; zira ebenin başı-maşı ağrımıyor, aslında akşama kömbe pilovu, ya da cıvıklama pişirmişler, onların da yanında turşu iyi gider hani.. Ee evde de turşu yok! Ne yapmalı? Turşusunun iyi olduğu herkesçe bilinen falancadan istemeli…)

Anam zobayı yahıcı da ıcık köz istedi..
Abim, Mualla ablamın silgisini istedi, ız soona geri getiricim..

Anam, yedek lamba camız var mı diyor, bizi gırıldı da..

Müjgan abla, ablam çarşıya gediciymiş de şo ayakkabını istedi..

Babamın üstü yeyhanıcıymış da Hüseyin emmimin don deaşini istedi..

Babam bir tane ilik (düğme) istedi..

Anam arısdak süpügenizi istedi..

Anam bir tane kirpit çöpü istedi..

Ablam bir yuurumluk gıl düurcüü istedi..

Anam, öncüt sızgıt istedi, soona vericiymiş..

Anam tuz.. Babam cuvara.. Abim küreanizi.. Ablam ıcık gına…

Evet, böyleydi. Zira herkesin babası, dedesi, onun babası hep bu evlerde yan yana oturmuşlar, birbirlerinin iyi gününde kötü gününde yoldaş olmuşlar; birlikte oynamış, askere gitmiş, düğünlerinde halay çekmiş, birlikte kavga etmişler… Ötesi var mı arkadaş olmuşlar birbirleri ile dost olmuşlar, kardeşten öte olmuş kimi, hısım-akraba olmuş; kısaca komşu olmuşlar. “Neredeyse birbirinin mirasına ortak” olayazmışlar. 

O zaman apartmanlarda oturanlar, birbirlerin ile yabancı gibi davranmalarında bir taraftan da haklılar.. Birden bire ‘komşu’ olunmaz ki canım! Daha düne kadar tanışmıyorlardı bile.. Biri şehrin bir tarafında öteki öte tarafında oturuyordu, belki iki ayrı köyde, belki biri başka şehirde… Bir fırsat çıkmış, kirada oturacağıma kendi evimde oturayım diyerek krediyle, taksitle vs bir daire almışlar, alır almaz da düne kadar tanımadığı on, yirmi, otuz, elli tane aile ile birden hasbelkader “komşu” olmuş. Komşu olmuşlar, ama aralarında ‘komşuluk’ başlamamış. Komşuluk; evleri birbirine yakın olan aileler arasındaki sosyal ilişkilerdir.

Onlar yukarıda saydıklarımız gibiydi, onların da on katı idi… Şimdi ise bu ilişkiler; karşılaştıkça ‘merhaba’ demekle; hanımlardan birkaçının birbirlerine gidip-gelmesiyle; apartman toplantılarında yarıdan azı bir araya gelince tokalaşmayla.. Yaya gideni varsa, arabalı olanı tarafından eve kadar almayla sınırlandırılmıştır…

Maalesef…