MEB tarafından yurtdışında görevlendirilecek öğretmenler sınavını kazanmıştım.

Suudi Arabistan Cidde Uluslararası Türk Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak görevlendirilmiştim. 3 Eylül 1999 tarihinde Ankara Esenboğa Hava Limanından Cidde’ye uçacaktık. Benimle birlikte değişik branşlarda yedi öğretmen arkadaşım vardı.

Hava alanında dış hatlar kontrol noktasından geçerken  

Görevli polis:

--Çantanızda bıçak, makas, madeni para gibi metaller var mı? dedi

Ben, söylediklerinizin hiçbiri yok, dedim. Çantayı açtım. Polis eliyle çantayı kontrol etmeye başladı. Dosyaları, dergileri, ajandayı kaldırınca  çantanın tam orta  yerinde metal 1991 tarihli bin lira göründü. Polis memuru, paraymış, diyerek parayı almaya kalkınca, bileğini havada sertçe yakaladım:

-Sakın o paraya dokunma, yerinden koparma! O para benim uğur param. O para bana Deli Mustafa’nın hediyesidir, dedim. Polis , durumu anlayışla karşıladı: 

--Tamam….Tamam beyefendi, anlaşıldı, dedi.

Hayatımda ilk defa uçağa binecektim. Çok heyecanlıydım. Vakit yatsı vaktiydi. Ankara’dan İstanbul’a, İstanbul’dan da Suudi  Arabistan Cidde’ye uçacaktık. Yedi öğretmen arkadaşımdan üçü de benim gibi ilk defa uçuğa bineckti. Hep birlikte kuyruğa girdik, pasaport ve bilet kontrolünden sonra bekleme salonuna aldılar. Yaklaşık bir saat sonra pasaport ve bilet kontrolüyle uçağa bindik. Uçağın  içi tünel gibiydi. Koridorun sağında ve sulunda üçer koltuk vardı. Uçağın arkasına yakın sağ tarafta pencere kenarına oturdum. Herkes uçağa bindikten sonra, uyarıyla emniyet kemerlerimizi taktık. Biri kadın diğeri erkek  iki hostes ilkyardım bilgilerini işaret diliyle anlattı. Hostesler tek tek emniyet kemerlerini kontrol ettikten sonra, kaptan kısa bir konuşma yaptı, iyi uçuşlar diledi. Uçak yavaşça hareket etti, kalkış Pistinin başına vardı, durdu. Uçağın motorları yüksek sesle çalışmaya başladı, birden uçak ileri doğru hareketlendi. Tekerleklerin sesi kesildi. Ben gözlerimi kapadım, Bismillah…Bismillah! diyerek içimden dua ediyordum,  gözlerim kapalıydı, uçak bir sallandı. Yavaşça gözlerimi açtım. Uçak havadaydı, aşağıdaki binaların ve evlerin kör ışıklar görünüyordu ama korkum geçmemişti, emniyet kemerimi uçak hava alanına ininceye kadar çıkarmadım. Yaklaşık kırk beş dakika sonra İstanbul Hava Limanı’na indik. İnişte korkmamıştım. İstanbul’dan başka bir uçakla üç buçuk saatlik uçuştan sonra Cidde’ye vardık. Uçaktan indiğimizde bizi sıcak ve nemli hava karşıladı. Ben, yayla çocuğuydum, sıcak havadan bunalacak gibi oldum, zırıl zırıl terlemeye başladım. Terminalin içerisine girince bir ohhh çektim! Merkezi soğutma sistemiyle terminalin içerisi yayla gibi Serindi. Bir müddet bekledikten sonra valizlerimizi aldık. Pasaport ve valiz kontrolünden Sonra hava alanından dışarı çıktık. Bizi okulumuzun öğretmenleri karşıladı. İki arabayla bizi kalacağımız Otele götürdüler. Odalara ikişer kişi yerleştik. Sıcaktan bunalıyorduk. Klimaları açtık ,eski tip klimalar gürültüyle çalışıyordu. Sıcak o kadar etkiliydi ki otelin karşısında bulunan AVM’ den su ihtiyacımızı alma işini sıraya koymuştuk. İkinci gün topluca okula gittik. Okulumuz, T.C. Cidde Başkonsolosunun bahçesindeydi. Hayalimdeki okulu bulamamıştım. Derme çatma barakalardan yapılmış derslikleri görünce üzülmüştüm. Ekvatora yakın olduğu için dört mevsim sıcak olduğunu söylediler. Yeni okul binasının bitmek üzere olduğunu duyunca sevindim. Okul müdürümüzle Baş konsolumuzu ziyarete gittik .Başkonsolos bizi güler yüzle karşıladı.

---Arkadaşlar, öncelikle hoş geldiniz. Burasını ,Türkiye Cumhuriyetiyle karıştırmayın. Burası krallık, sakın krallığı eleştirmeyin. Burada demokrasi yok! Arapça ve İngilizcenin yanında konuşulan üçüncü dil Türkçedir. Bundan dolayı konuşmalarınıza çok dikkat ediniz. Sizi biz de kurtaramayız. Mekke ve Medine’ye ikametgah belgelerinizle gidebilirsiniz ama diğer şehirlere özel izinle gidebilirsiniz. Yeni görevinizde hepinize başarılar dilerim.

Başkonsolosun yanından ayrılıp okul binamıza gittik. Okulumuz 1978 yılında ilkokul ve ortaokul olarak açılmış. Suudi Arabistan’da çalışan Türk işçilerinin çoğalmasıyla liseye ihtiyaçtan dolayı 1999-2000 öğretim yılında lise açılmıştı. Okulumuzda anaokulu, ilkokul, ortaokul ve lise olmak üzere sekiz yüz elli öğrenci vardı .Bu öğrencilerden yaklaşık yüz kırk kadarı Mekke’den Cidde’ye  günlük geliş gidiş yapıyorlardı. Toblamda kırk üç öğretmen görevliydik.

Okul müdürümüz, ders programlarımızı verdi. Lise kısmı yeni açıldığı üç tane 9.sınıf vardı. Ortaokulda Türkçe, lisede edebiyat dersine giriyordum. İlk dersim ortaokul son sınıfaydı. Sınıfa ilk girdiğimde bütün öğrencilerimin gözü benim üzerimdeydi. Keçeli kalemle adımı soyadımı tahtaya yazdım. ÇİTİL soyadımı biber çitili, domates çitili, reyhan çitili diye açıkladım ama tam olarak anlamadılar çünkü birçogu Arabistan’da doğmuş, Türkiye’yi hiç görmemişlerdi. Yirmi altı öğrenciyle tek tek tokalaştım. kız erkek sayısı birbirine yakındı. Yirmi altı öğrenciden yirmibiri Türkiye’yi  hiç görmemişlerdi. Hepsi sıcak gurbetin –Arabistan’ın -çocuklarıydı. Bir de başka bir husus dikkatimi çekti. Çocukların fiziki yapıları çok farklıydı. Çocukların anne ve babalarını sormaya başladım. Babaları Türk’tü ama anneleri: Filipinli, Endonezyalı, Malezyalı, Yemenli, Arabistanlı, Suriyeli kadınlardı .Suudi Arbistan’da kefalet sistemiyle, Suudi bir vatandaşın himayesinde çalışan Türkler, ikinci evliliklerini yabancı kadınlarla yapmışlar çünkü Arabistan şeriat kanunlarına göre bir erkek, dört kadınla evlenebiliyor. Nüfus işlemleri konsolosluklarda rahatça yapılıyor. Türkiye’deki eşlerin, birçoğunun hiç haberi yok. Arabistan’da kazandıkları paranın bir kısmını Türkiye’de yaşayan eş ve çocuklarına gönderiyorlarmış. Kısa bir süre sonra öğrencilerime alışmıştım. Ben, onları çok sevdiğimi ve onlara değer verdiğimi hissettirmiştim, empati yapmayı öğretmiştim; onlar da beni sevmişti. Öğrencilerimle sınıf içi oyunlar oynayarak beraber eğleniyorduk. Sınıf içinde şiir okuma yarışması, okuma yarışması, münazara, taklitler yaparak neşeleniyorduk. Anılan, kutlanan, gün ve haftalarda ;milli günlerde, bayramlarda oldukça çok öğrenciye görev veriyordum. Okuması ve yazması zayıf olan öğrencilerimle özel ilgileniyordum. Öğrenici velileri ile de sıkı bir diyalog kurmuştum. Hepsiyle iyi anlaşıyordum. Benim dersimden kimse sınıfta kalmayacak, diyerek onlara güvence vermiştim.

Sosyal etkinliklerde görev alan ve sınıf içinde derslerde aktif olan öğrencilere, sözlü notu olarak yüz veriyordum. Hepsi sıcak gurbetin çiçekleriydi.

Birinci dönemi sonunda yeni okul binasına taşındık. Yeni okulumuz iki katlı ,merkezi soğutma sistemli, yeteri kadar derslikten oluşan ,kütüphanesi ,laboratuvarları olan nitelikli bir okuldu. Ayrıca okul bahçesinde basket ve voleybol sahası, genişçe bir bahçesi vardı. Yeni okulumuzda hepimiz çok mutluyduk. Boş zamanlarımızda öğrencilerimizle futbol, voleybol, basket oynuyorduk. Birlikte hoşça vakit geçiriyorduk.

Cidde’de Enekeş denilen, Türklerin çoğunlukta yaşadığı mahalle vardı. Lokantalar, terziler, berberler,marketler,tuhafiyeciler,meşrubatçılar,kahvehaneler……Hepsi Türkler tarafından işletiliyordu. Orhan Gencebay’ın, Ferdi Tayfurun, Müslüm Babanın, İbrahim Tatlıses’in, Muazzez Ersoy’un kasetleri her tarafta çalınıyordu. Sanki Türkiye gibiydi.

Bir akşam, arkadaşlarımla Türk kahvehanesine gitmiştik. İçerisi hınca hınç doluydu. Bizi tanıyan veliler bize bir masa hazırladılar, oturduk çaylarımızı yudumlarken yan masada okey oynayan dört kişiden biri kömür gibi zenciydi. Oyuncuların dışında aynı masanın beş seyircisi vardı. Bir ara zencinin yanında duran seyirci, zenci oyuncuya :

---Enişte, o taşı yanlış oynadın, dedi. Zenci oyuncu, güzel bir Türkçe ile:

---Senin aklın ermez, diyerek bembeyaz dişleriyle gülümsedi.

Gördüklerim ve duydukları karşısında şaşırmıştım. Heyecanla yanımdaki öğretmen arkadaşıma:

---Yan masada okey oynayan zenci Türkçe konuştu, dedim.

Öğretmen arkadaşım gülümseyerek cevap verdi:

_Harun Bey,o zenci bizim öğrenci velimizdir. Nijeryalıdır. Aynı zamanda eniştemizdir,yani hanımı Türk’tür. Biraz sonra sizi tanıştırayım,dedi.

Vakit yatsıya yakındı, acele ile kahvehanenin kalın perdeleri kapatıldı. Suudi Arabistan’da namaz vakti bütün işyerleri kapatılıyor ve Müslümanlar namaza mescide gitmek zorundadır. Bu yasaktan dolayı namaz vakitlerinde her zaman karartma yapılıyormuş. Zaten Suudi Arabistan yasaklar ülkesiydi. Kadınların hiç bir sosyal hakkı yoktu. Araba kullanmaları, tek başlarına gezmeleri, alışveriş yapmaları, bağımsız nüfus cüzdanları, bir iş yeri açmaları ,bir işte çalışmaları, üç beş kişinin toplu gezmesi, erkek ve kadınların aynı mekanda bulunmaları, yemek yemeleri, kadınların başlarının açık olması, ayrıca bir şehirden başka bir şehre izinli gidiliyordu. Her şehrin giriş ve çıkışlarında kimlik kontrolü yapılıyordu….yasaklar…yasaklar….Bütün yasakları görünce Türkiye Cumhuriyetinin özgürlükler ülkesi olduğunu anladım. Atatürk’ün büyüklüğünü daha iyi kavradım.

Okey oyunu bitmişti. Zenci velimiz yanımıza geldi. Tanıştık. İsmi Tacettin, Nijeryalı. Türkiye’de Ortadoğu Teknik Üniversitesinde İnşaat Mühendisliği okumuş, eşi Handan Hanımla aynı bölümde okurken tanışmış ve evlenmişler. Eşinden dolayı aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş. Kısa bir sohbetten sonra ,tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldık.

Tacettin Bey’in ortaokul son sınıf ve lise birinci sınıfta iki oğlu vardı. Büyük oğlanda babanın genleri ağır basmış zenciydi, ikinci oğlanda annenin genleri ağır basmış esmerdi. Yaklaşık üç hafta sonra Tacettin Bey okula geldi. Dersim boştu. Öğretmenler odasında sohbet ettik.

Atatürk hayranıydı. Atatürk Cumhuriyetinin vatandaşlara sağladığı özgürlükleri paylaştık. Türk insanının kendine güveninden, cesaretinden, zekiliğinden, asaletinden başarılarından bahsettik. Bütün bunları Cumhuriyetimizin kurucusu yüce Atatürk’e borçluyduk. Ya istiklal ya ölüm! Diyerek KURTULUŞ SAVAŞINI kazanmış, sömürgeciliği reddetmiştik.

Muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızdaki asil kanda olduğunu ondan öğrendik.

Tacettin Bey Türk Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan dolayı çok mutluydu. Kendi anavatanı Njarya’ya

arada sırada gidip geldiğini söyledi. Ülkesinin yoksullukla uğraştığını, iyi idare edilmediğini anlattı.

Türk insanının cesaretini, özgüvenini, yeteneğini anlatmak için şöyle dedi:

_Harun Bey, sıradan bir Türk vatandaşını Nijerya’nın başına devlet başkanı yapın, samimi söylüyorum,

 bizim devlet başkanından ülkeyi daha iyi idare eder, deyince Atatürk’ün şu vecizesi aklıma geldi:

BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR…