İslam, insan hayatını düzenlemek için gönderilmiş ve onun hayatında hiç noktayı eksik bırakmayarak tanzim etmiş bir dindir. Neleri yiyip neleri yemeyeceği, evliliği, ticareti ve ibadet hayatı başta olmak üzere her alanda bir düzenleme getirmiştir. İslam denince sadece namaz, oruç ve hac gibi ibadetler anlaşılmayacağı gibi ticaret, nikâh ve boşanma gibi konulardan da ibaret değildir. Kişisel ve toplumsal anlamada hayatımızın ilgili olduğu her alan dinin bir parçasını oluşturmaktadır.

            İslam bir hayat nizamı olduğu gibi Müslüman da hayatının her alanını İslam’ın ilkelerine göre düzenlemelidir. Hadis-i şerifte:            “Gücünüz yettiği kadar Allah’ın emirlerini yerine getirin, yasaklarından da sakının” buyrulmaktadır. Bu hadis-i şeriften anladığımıza göre Müslümanın yapması gerekenleri hususları iki başlık altında değerlendirebiliriz: Gücü yettiği kadar Allah’ın emirlerini yerine getirecek ve yasaklarından da kaçınacaktır. Burada dikkat çekilen en önemli hususlardan birisi; Allah’ın emirlerini   yerine getirirken “gücünüz yettiği kadar” ifadesi kullanılırken aynı ifade yasaklardan sakınma hususunda kullanılmamıştır. Yani insan, Allah’ın her emrini yerine getirmeye güç yetiremeye bilir. Fakir ise zekât ve hac yapmaya güç yetiremez. Bedensel bir özürü varsa Allah yolunda savaşa güç yetiremez. Onun için insan güç yetirebildiği şeyler ile sorumlu kılınmıştır. Ama yasaklar ve haramlar konusu böyle değildir. Her insan, Allah’ın haram kıldığı her şeyi terk etmek zorundadır. Hayatının her alanında Müslümanca yaşamak zorundadır. Camiye girdiğinde hayatına müdahale eden Allah, caminin dışına çıktığında unutulmamalıdır. İbadet hayatımızı düzenleyen bir din, ticaret ve evlilik gibi sosyal hayatımızdan uzak tutulmamalıdır.

            İslami hayatımızın en önemli parçalarından birisi de hakkın ve adaletin yanında, zulmün ise karşısında olmaktır. Gerçek manada Allah’a iman etmiş bir kimse, Allah’ın sevdiklerini sever O’nun sevmediklerini sevmez. Her zaman hakkın safında yer aldığı gibi zulmün de karşısında durur. Yüce Rabbimiz: “Zalimlere meyletmeyin sonra size ateş dokunur” (Hûd: 113) buyurarak zulmün taraftarlarının nasıl bir acı son ile karşılaşacaklarını haber vermektedir. Zalim olmak veya zalimlerle beraber olmak kişiyi cehennemlik yaptığı gibi zalimlere meyletmek dahi onun ateşe girmek için yeterli bir sebepti. Müslüman sadece zulüm işlemekten uzak kalmayacak aynı zamanda zalimin de karşısında saf tutacaktır. Peygamber Efendimiz: “En faziletli cihâd, zalim sultanın karşısında hakkı söyleyebilmektir” buyurarak, Müslümanca bir tavrın nasıl olması gerektiğini bizlere öğretmiştir. Fakat gelinen noktada Müslümanlar olarak işin çok uzağında kalmış durumdayız. Çoğu zaman hakkı söyleyemediğimiz gibi zalimlerin safında durmaktan da çekinmiyoruz.

Filistin toprakları üzerine İsrail terör devleti kurulduğu günden buyana, o bölgede yaşayan Müslümanlar sürekli olarak zulme maruz kalmışlar ve kalmaya da devam etmektedirler. Zorla evlerinden çıkarılmalar, işkencelerle öldürülmeler hep devam etmiş ve bu şekilde olduğu müddetçe de devam edecektir. “Ey iman edenler, önce yakın çevrenizdeki kâfirlerle savaşın ki, sizde bir güç ve kuvvet olduğunu görsünler. Ve iyi bilin ki, Allah muttakilerle beraberdir.” (Tevbe: 123) ayeti kerimesinde de ifade edildiği gibi bir yerde zulüm varsa o zulmü ortadan kaldırmak için mücadele etmemiz bize emredilmiş iken bizler ise kendi nefsimizi rahatlatmak için orada yaşayan Müslümanları suçlamayı tercih etmişiz. Şu sözü her zaman duyarız: “Filistinliler, Araplar da yaptıklarını çekiyorlar. Bizi kurtuluş savaşında arkamızdan vurdular. Şimdi de onun cezasını çekiyorlar. Topraklarını Yahudilere sattılar, başlarına gelen de ondandır.” Bu söz içerisinde bazı hakikatler içerse de bu şekildeki bir söz, hiçbir Müslümanın söyleyemeyeceği bir sözdür. Kur’an-ı Kerim’de: “Hiç kimse kimsenin günahını yüklenmez” (Fâtır: 18). Velev ki o topraklarda birileri Osmanlıyı arkadan vurmuş olsa da onların yaptıklarından dolayı sonradan gelen neslin hiçbir günahı yoktur. Bazı Araplar topraklarını Yahudilere satmıştır. Doğrudur. Ama o topraklarını satan Araplar şu anda Londra ve Paris gibi batının en lüks şehirlerinde, en lüks bir şekilde dünya hayatlarını sürdürmektedirler. Gazze’de bombalananlar topraklarını satmayan ve bu işkencelere razı olan samimi müminlerdir. Arapların bizi arkadan vurduğu hikayesi ise maalesef içerisinde birçok yanlışları barındıran bir hikâyeden ibarettir. Tarihçilerin ifadesine göre, Lawrence Osmanlıya karşı ayaklandığında onunla beraber savaşan Arapların sayısı 10.000 civarında idi. Daha sonra bu sayı 30.000’e kadar yükseliyor. Fakat bu dönemde başta Çanakkale cephesi olmak üzere Osmanlı ordusu içerisinde bulunan ve Osmanlı ile birlikte düşmana karşı savaşan Arapların sayısı 300.000 civarında. Bu 300.000’i görmeyip te 30.000 üzerinden Arapları suçlamak ne kadar adaletli ve hakkaniyetli bir yaklaşımdır. Diğer taraftan Arapların geçmişi ne olursa olsun, hiçbir sebep bugün Gazze’de işlenen katliamı meşru hale getiremez. Her bir Müslüman gücü ve imkânı nispetinde buna engel olmakla sorumludur. Bir milletin geçmişini suçlayarak hiç kimse kendisini paklayamaz. Bu şekildeki söylemler sadece zalimleri mutlu edecek ve onların ekmeğine yağ sürecektir. Bilinçsiz de olsa bizi mazlumların safından alarak zalimlerin safına doğru itecektir.

Zulmün karşısında susan dilsiz şeytan olarak nitelendirilmiştir. Bir Müslüman sadece günah işlememekle kendini kurtaramaz. İşlenen günaha engel de olmak zorundadır. “Banan ne, ben kendimden sorumluyum. Başkası beni ilgilendirmez” diyemez. Â’râf suresi 163-167. Ayetlerinde sahil kenarına yerleşmiş ve cumartesi günü balık avlamaları yasaklanmış İsarailoğulları’ndan bahsedilmektedir. Allah (cc) onlara cumartesi günü balık avlamayı yasaklamıştı. Onları imtihan etmek için de cumartesi olduğunda balıklar sahile sürüler halinde geliyor, pazar günü olduğunda ise geri çekiliyorlardı. Pazar günü balık avlamaya giden İsrailoğulları ise elleri boş dönüyorlardı. Aynı durum birkaç hafta devam etmiş fakat İsrailoğulları bu duruma fazla tahammül edememişlerdi. Cumartesi günü balıklar sahilde iken ağları indirmiş ve balıkları ağların içerisinde toplamış fakat ağları suda bırakmış ve pazar günü onları sudan çıkarmaya başlamışlardı. Bu şekilde kendileri Allah’ın dinine uymamış, Allah’ın dinini kendilerine uydurmuşlardı. Bu konuda da kendi aralarında üç gruba ayrılmışlardı. Bir grup böyle yaparken başka bir grup ta böyle yapmıyor ama yapanlara da ses çıkarmıyordu. Yanlış yapmamakla birlikte yapılan yanlış karşısında da susmayı tercih ediyorlardı. Üçüncü bir grup ise: “Sizin yaptığınız yanlış. Allah’ı mı kandırıyorsunuz?” şeklinde olanlara itiraz ederek onlara engel olmaya çalışıyorlardı. Kur’an’ın ifadesine göre o suçu işleyenler ve işlemedikleri halde işleyenlere de müdahale etmeyenler cezalandırılmış, diğer grup ise kurtulmuştu.

Müslümanın duracağı yer, Müslümanların olduğu yerdir. Bir Müslüman asla bir zalimin, bir fasıkın, bir kafirin yanında yer alamaz. İnsan dünyada düşünce ve fikir olarak kiminle hareket ederse ahirette de onlarla beraber haşrolunur. Peygamber Efendimiz: “Kim duruşu ve davranışı ile bir topluluğa destek olursa o da onlardandır.” buyurmaktadır. Tevbe suresi 30. ayette Yahudilerden bahsederken: “Uzeyir Allah’ın oğludur dediler” buyrulmaktadır. Bunu söyleyen sadece Yahudi hahamlarından “Fihnas”dı. Neden sadece Fihnas’ın söylediği bu söz bütün Yahudilere mal edildi? “Yahudiler Uzeyir Allah’ın oğludur” şeklinde bütün Yahudiler için kullanıldı? Fihnas bu sözü, hahamların olduğu bir topluluk içerisinde söylemiş ve diğer hahamlarda “sen yanlış yapıyorsun” şeklinde ona bir müdahalede bulunmamışlardı. Yani yanlış karşısında susmuşlardı.  Yanlarında işlenen bir yanlışa ses çıkarmadıkları için onlar da işlenen o suça ortak olmuş ve onun bir parçası haline gelmişlerdi. Sonradan gelen Yahudi nesli de onların yolunda gittiklerinden dolayı öncekilerin günahlarına ortak olmuşlardı. Yine Âl-i İmran suresi 181. Ayette: “Allah, "Şüphesiz Allah fakirdir, biz zenginiz." diyenlerin lafını elbette duymuştur. Onların söylediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve şöyle diyeceğiz: "Tadın o yakıcı azabı!” şeklinde buyurlmaktadır. Bu ayet Medine’deki Beni Kaynuka, Ben Nadir ve Beni Kureyza Yahudileri hakkında nazil olmuştur. Bu Yahudi kabileleri peygamber öldürmemelerine rağmen neden onlar hakkında “Peygamberleri haksız yere öldürmelerinin yazacağız” şekilde buyrulmaktadır? Yahudiler daha önceden Yahya (as) ve Zekeriyya (as)’ı şehit etmişler ama Medine Yahudileri böyle bir suç işlememişlerdi. Her ne kadar Medine’deki Yahudi kabileleri böyle bir suç işlemeseler de bu suçu işlemiş olan atalarının yollarında gitmekteydiler. Düşünce ve fikir noktasında onlarla aynı noktadaydılar. Onların peygamber öldürmelerini de onaylamaktaydılar. Yani önceki Yahudilerin yollarında gittiklerinden dolayı onların işlemiş oldukları suçlara da ortak olarak zikredilmişlerdi.

İlgili ayet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; bir insan, düşünce ve duruşuyla kimin safında yer alıyorsa o grup içerisinde yapılan her türlü doğru ve yanlışa da ortak olmaktadır.   Onun için sadece Müslüman olmak yeterli değil, Müslümanca da bir duruşa sahip olmak ta gerekmektedir. Zulümden uzak durduğu gibi zalimlerden ve onların fiillerinden de uzak durmalı, yeri geldiğinde onlara müdahale de edebilmelidir.