İnanma (tapınma isteği) içgüdüsel bir olgudur. Yaratılıştan gelen, sevki tabii ile insanın içinde bazen hafif bazen dayanılmaz istekler halinde kendini gösteren hikmetlerdendir. Tıpkı annelik, mülk edinme, hükmetme, yaşama, üreme içgüdüleri gibi
 
İnanmanın içgüdüsel olduğu, tapınma ihtiyaçlarını bir şekilde giderdikleri, insanların sürekli yaşadıkları yerlere bakınca anlaşılmaktadır. O topluluk ister en gelişmişi olsun ister en ilkeli… Oralarda ille bir mabet, put, totem veya kutsal bilinen ilaha aracılık ettiğine inanılan çeşitli eşyalar vardır.
 
Eğer, kişi inanacağı, ilah bileceği varlık hakkında bilgi edinmiş, edindiği bilgileri hazmetmiş ve onları kabul noktasına gelmişse, ona ya geleneksel olarak görüp öğrendiği ya da kayıtlı olarak gelenleri duyup okuduğu şekillerde de ibadet eder; onun karşısında acizliğini, ona kul olduğunu, ona şükran duygusunu belli eder, daha çok belli edecek yollar arar…
 
İnsan, neye inandığını bilmiyorsa; daha acısı biliyorum sandığı halde bilmiyorsa, içinde, ruhunda kapanmayan boşluklar duymaya başlar ve bu boşlukları doldurmak için de içinde bulunduğu çevrenin konumuna göre malzemeler arar. (Bilerek malzeme yazdım).
 
Yani, bir ağacı kutsal bilir, bir pınarı, mağarayı; göztaşının, muskanın, hurma çekirdeğinin, mavi boncuğun, ‘Maşallah’ yazılı altın yaprağın kendini koruyacağına inanır. Damına sapladığı manda, öküz kafasının, keçi, geyik boynuzunun, kapıya çaktığı ters at nalının; şuraya buraya sakladığı, gömdüğü, muska şeklinde boynuna astığı veya suya akıttığı yazılı kâğıtların büyük gücü olduğuna, kendini kötülüklerden nazardan koruyacağına inanır iman eder.
 
Bunlar içinde yaşadığı çevreye uygun olur, dedik ya; mesela sosyete tabakası daralınca imdatlarına tarot kartları, iskambil katları, cam küreler, taşlar, boncuklar, yıldızlara bakma/baktırmalar, Ketolar, İbişler, Memişler yetişir.
 
Kültürel anlamda orta sınıf mensubu ise az önce saydığımız gibi, boynuzlar, kuru kafalar, at nalları, mavi boncuklar, maşallahlar, muskalar, Yıldıznameler, “Nefesi guvvetli Hoca”lar, muskalar, okunmuş sular, göbeklere yazılan yazılar her derdin devası olur.
 
Daha zayıf, kültürden, eğitimden, bilgiden çok uzak kalmış toplumlarda ise insanlar kendilerini koruma kollama ödevini; falan tepedeki çaput bağlayıp dibinde kurban kestiği, yemek yiyip dua ettiği çalının veya ağacın; falan dağdaki mağaranın, şuradaki pınarın, buradaki ölünün (mezarın), falandan feşmekandan kaldığı söylenen “emanetlerin” sırtına yükler. Dahası, orta sınıf için yazdığımız ve sayısını yüzlerce çoğaltabileceğimiz nal, boncuk, türü eşyaları da ayrı tutmaz…
 
Artık bunlar -maalesef- kendilerine aman veren, yardım eden, kötü ruhlardan koruyan, kötü bakışları engelleyen bir görünmez güç, hatta kapılarında, omuzlarında, damlarında, tepelerinde bekleyen ilah olmuştur.
 
Kafasızlar desem yeridir: Kimi elden ele makas almaz, kimi dolu bardaktan su içmez; aradan karakedi geçti diye olmadık işler çıkartanlar da var; “Allah esirgesin” diyeceği an kopasıca kulağının memesini çekip üç kere tahtaya, tahta bulamazsa sert bir yere vuranlar da...
 
Türbeye gidip mum yakar, adak adar; ondan, ölüden, artık kendine bile zerre kadar hayrının dokunma ihtimali kalmamış ve toprak olmuş (isterse olmasın) mevtadan imdat ister. Allah’a naz etmesini, kendine aracı olmasını açıkça isteyenler var. Bunun çalıya çaput bağlamadan ne farkı var? Kimileri, niyet tutup Kur’an-ı Kerim’i rast gele açar, gözleri kapalı olarak sağdaki veya soldaki sayfayı seçer ve okuduktan sonra niyetine paralellik arz ettiğini sandığı ayetlerin anlamlarını yorumlar… Bu cahiller sürüsü bilmezler ki, hâşâ, o mübarek kitabı yere atmaktan, saygısızlık etmekten çok daha ağır ve tehlikeli hata yapmış olurlar…
 
Bu konu için sözün özeti Fatiha suresinin 5. ayetidir: “İyyâke nağbüdü ve iyyâke nesta’in = (Ya Rab) Sadece sana kulluk ve ibadet ederiz; sadece senden yardım ve inayet dileriz.” Elbette cıncıktan, boncuktan, türbeden, mezardan, muskadan, naldan boynuzdan, İbiş’ten ve Memiş’ten değil…