İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Hasan Kösebalaban, star gazetesinde Türkiye’nin dış politikasını değerlendirdi. Kösebalaban, Türkiye’nin komşularıyla Sıfır Sorun stratejisinin Türkiye’ye dar geldiğini belirti.
İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Hasan Kösebalaban’ın Star Gazetesi’nde yazmış olduğu o yazı:
Türk dış politikası bundan böyle bizzat oyun kurucu rolü üstlendiği bir aşamaya doğru gidiyor. Açıkcası sıfır sorun stratejisi artık bu ülkeye dar geliyor. Bundan sonraki süreçte Türkiye arabulucu değil, sorunun ve sorunların bizzat tarafıdır. Bu heyecan verici olduğu kadar, zorlu bir süreç de olacak.
İsrail gerek Türk toplumu gerekse bölgedeki diğer halklar nezdinde Orta Doğu’nun kalbine Batı emperyalizmi tarafından saplanan bir hançer olarak görüldü. Buna rağmen İslam coğrafyasındaki bir çok devlet ve hizip İsrail’le çıkar temelli işbirliği içine girmekten kaçınmadılar. Örneğin Trita Parsi’nin önemli eseri Hain İttifak’ta 1979 devrimi sonrasında İran ile İsrail’in gizli ilişkileri inceleniyor. Yine Suudi Arabistan’ın İran’ı vurmak üzere havalanacak İsrailli uçaklara askeri havaalanlarını kullanma izni vereceği söylentisi geçtiğimiz aylarda İngiliz gazetelerinde çıkmıştı. Öyle ki Suudi alimler Hizbullah-İsrail çatışmasında Hizbullah için dua edilemeyeceği fetvasını verebiliyordu. Kuzey Iraklı Kürtler Saddam Hüseyin döneminden bu yana, Azerbaycan ise son zamanlarda yoğun bir şekilde İsrail’le ilişkilerini sürdürüyor. Mısır yönetimi 1967’de İsrail karşısında uğradığı trajik bozgunu müteakip uluslararası sisteme teslim oldu ve Camp David’i takip eden yıllarda İsrail’le çok yakın ilişkiler kurdu. Savaşın diğer mağlubu Ürdün bu konuda Mübarek dönemi Mısır’ından farklı değil. Bu arada Türkiye de aynı ülkeyle tarihe dayanan ilişkilerini 28 Şubat sürecinde stratejik ittifak düzeyine çıkarmıştı.
İsrail kredisini tüketiyor
Kendisini bölgenin yalnız ülkesi olarak tanıtsa da İsrail, bu karmaşık ilişkilerini mağrifetli diplomasisine, ancak ondan da önemlisi dünyanın en büyük askeri, siyasi ve ekonomik gücü olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sisteme damgasını vuran ABD’nin bu ülkeye açtığı sınırsız krediye borçlu. Bölgedeki diktatörler ve askeri-siyasi aktörler iç ve dış politikadaki rakiplerine karşı Amerikan desteğine sahip olmanın şartının İsrail’le ve İsrail lobisiyle iyi geçinmek olduğunu öğrendiler. İsrail lobisinin çekirdeğini, eğitim ve gelir itibarıyla Amerikan üst tabakasının mensubu olan Yahudi kökenli Amerikan vatandaşları ve oy potansiyeli açısından daha önemlisi güncel politikayı İsrail lehine yorumlamak için İncil’e başvuran evanjelik kiliselerin cemaatleri oluşturuyor. Öyle ki bu muazzam mekanizma sayesinde bugün bir Kongre üyesi adayının seçimleri kazanabilmesi için öncelikle İsrail’e bir gezi yapması ve başlarında Yahudi takkeleri olduğu halde Ağlama Duvarı’nda İsrail çıkarlarına sadakatini ilan etmesi Amerikan siyasi hayatının önemli bir gerçeğidir. Amerikan dışpolitikasının Kongre sayesinde İsrail’in bu derece güdümünde olması, son zamanlarda İsrail Lobisi gibi eserlere yansıdığı üzere herkesten önce Amerikalıları rahatsız eder düzeye geldi. Buna rağmen sözkonusu lobi karşıtlarını susturacak para ve oy gibi yeterince güçlü enstrümanlara sahiptir. Nitekim Filistin sorununu çözme konusunda büyük beklentiler uyandıran Obama sağlık reformu gibi iç politik meselelerde Kongre’nin desteğini alabilmek için lobiye yanaşmak durumunda kaldı. Buna rağmen Obama, 1967 sınırlarına geri dönüşü dile getirdiği için Netanyahu tarafından Beyaz Saray’da basın önünde azarlandı ve son olarak Kongre’de konuşma izin talebi Amerikan tarihinde bir ilk olarak reddedildi. İsrail’in sergilediği vurdumduymaz tavırlar kuşkusuz Amerika’da sahip olduğu gücünden kaynaklanıyor. Neticede, uluslararası hukukun devlet gücüne tabi olduğu bir sistemde sistemin en güçlü unsuru, kural ve oyun kurucu devleti olan Amerika’nın kusursuz desteğini alan bir İsrail’in bileğini uluslararası hukuk çerçevesinde bükmek mümkün değildir. Nitekim İsrail’i eleştirel mahiyette olup da Amerika’nın veto etmediği, hatta çekinser kaldığı hiçbir Güvenlik Konseyi karar tasarısı bulunmuyor.
ABD’nin realistleri
Türkiye’de Arap Baharı’na dair bir ara çok prim yapan komplocu yaklaşımın kaçırdığı bir gerçek var: yaşanan ve yaşanması muhtemel rejim değişiklikleri en çok İsrail’in çıkarları hilafına. Eğer Arap Baharı’nda bir Amerikan parmağı varsa o da lobi karşıtı realist kanatın İsrail yanlısı rejimlere desteği kesmesinde aranmalı. Amerika’da etkili bir grup akademisyen, entellektüel ve siyaset adamı, İsrail’in Amerikan çıkarlarına zarar verdiğini ve ilişkilerin normalleştirilmesi gerektiğini savunuyor. İsrail şimdiye kadar Washington üzerinden Arap dünyasında tesis ettiği hegemonyasını bölgedeki baskıcı rejimlerin getirdiği durağanlıktan yararlanarak sürdürüyordu.
Bu açıdan son derece stratejik bir konumda bulunan Mısır siyasi ve ekonomik açıdan ülkenin sahip olduğu potansiyel dinamizmin önünü kesen bir diktatörlükle idare ediliyordu. İsrail bir yanda Arap dünyasındaki temsili olmayan ve dolayısıyla kamuoyunun baskısını üzerlerinde hissetmeyen rejimlerden yararlanırken, diğer yanda çok ikiyüzlü bir tutumla bu coğrafyada etrafı düşmanlarla çevrili yegane demokrasi olduğu söylemini dile getirdi. Arap Baharı’yla ilk defa Arap dünyasında temsili siyasi sistemlerin yerleşmesi ihtimali İsrail’in kurulu düzenine çomak sokmuş görünüyor. Arap dünyasının üçte birlik nüfusunu barındıran Mısır, Gazze’ye olan sınırı, Süveyş Kanalı’nı kontrol eden jeostratejik önemiyle Akdeniz bölgesindeki güç dağılımından kendisine pay istiyor. Mısır’la birlikte Libya ve Tunus’ta meydana gelen ve Cezayir’le devam etmesi hiç şaşırtıcı olmayacak rejim değişiklikleri Türkiye’ye Akdeniz’de bir ittifak şansı verdi. Türkiye’nin bu çıkışı bölgede dört farklı ülkeyi tedirgin ediyor: Akdeniz Birliği adı altında eski sömürge sistemini canlandırmak isteyen Fransa, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda ezeli bir çatışma yaşadığı Yunanistan, Irak-Suriye-Lübnan ekseninde bir Şii hegemonyası oluşturarak Akdeniz’e ulaşmak isteyen İran ve nihayet Doğu Akdeniz’de kendisine bir dokunulmaz alan tashih eden İsrail.
Mavi Marmara olayı Türkiye’nin sivil toplum adına Akdeniz’de varlığını yeniden ilan eden bir hamleydi. Mavi Marmara olayının olduğu gün PKK’nın roketatarlarla İskenderun’daki donanma üssüne yaptığı saldırıyı da bu bağlamda hatırlamak gerekiyor. Hemen hemen aynı dönemde aktive edilen Türk Deniz Görev Grubu (TDGG) ile donanmanın deniz aşırı operasyonel yetenekleri artırıldı. Bu tarihten sonra Türk donanması Libya’daki vatandaşların naklini gerçekleştiren Libya Güvenlik Harekatı ve Somali açıklarında korsanlara karşı sivil yardım gemilerinin güvenliğini temin amacıyla görev yapan Birleşik Görev Kuvveti gibi Kıbrıs harekatı sonrasındaki ilk deniz aşırı harekatlar gerçekleştirildi. Bu arada Türk donanması BM çerçevesinde Lübnan ve Akdeniz operasyonlarında aktif görev yapıyor. TDGG bünyesinde Türk savaş gemileri Kuzey Afrika, Avrupa ve Asya ülkesine liman ziyaretleri gerçekleştirdi. Yine, Barbaros Eylem Planı ile, donanmanın Akdeniz’in yanı sıra, Adriyatik Denizi, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda sürekli olarak seyrüsefer halinde bulunması hedeflendiği iddia ediliyor.
BM’nin sipariş ettiği Palmer Raporu’nun İsrail’in açık sularda gerçekleştirdiği Mavi Marmara saldırısını uluslararası hukukta devletlere verilen abluka hakkına atıfta bulunarak meşrulaştırmasının pratikte anlamı Doğu Akdeniz sularının tamamının İsrail’in keyfiyetine verilmesidir. Gemilerin varış hedefi olarak Gazze’yi deklere etmiş olmaları İsrail’e nerede olursa olsunlar durdurma hakkı vermiyor. Şayet Türkiye Palmer Raporu’nun İsrail’i haklı bulan argümanını ve İsrail ablukasının geçerliliğini kabul etmiş olsaydı, Doğu Akdeniz’deki deniz trafiğini resmen İsrail’in keyfiyetine bırakmış olacaktı. Bu nedenle hükümet çok doğru bir tavırla İsrail’i her türlü askeri projeden dışlayarak adeta sırlarını paylaşmayacağı bir devlet olarak ilan etti ve Akdeniz’de seyrüsefer serbestisinin sağlanması için harekete geçilmesi talimatını verdi. Bu arada İsrail’e karşı kararların verildiği aynı gün NATO’nun füze savunma sistemleriyle ilgili radarlarının Türkiye’de yerleştirilmesi izninin verilmesi İsrail’e konulan tavrın Batı karşıtı bir eksen değişikliği anlamına gelmediğini sembolize ediyordu.
İsrail’i korkutan gelişmeler
İkili ilişkiler açısından bundan sonraki süreçte İsrail’in Türkiye’nin yükselen bölgesel gücünü dizginlemek için bazı klasik ve yeni manevralarını sahneye süreceğini tahmin edebiliriz. Dış politikasında şimdiye kadar Arap olmayan devletler ve etnik gruplarla yakın ilişkileri merkeze alan “çevre ittifakı” stratejisiyle hareket etmiş olan İsrail ile halk devrimlerine karşı zorlanan Arap diktatör rejimleri arasında yakınlaşma yaşanabilir. Bu anlamda aslında İran Şii jeokültürel hattının mensubu olarak görülse de Suriye’nin hareketlerini izlemek gerekiyor. Mübarek’i deviren halk hareketinin Suriye’nin yanısıra Ürdün’e sıçrama ihtimali İsrail’i korkutan gelişmeler. Zira Suriye’nin Türkiye önderliğindeki bir ittifakta yer alması ve buna Ürdün’ün eklemlenmesi, İsrail açısından, sadece Lübnan’a kadar uzanabilen bir İran-Şii Arap ittifak hattından çok daha tehlikeli bir durum meydana getirecektir. Bu nedenle Tel Aviv, bir yanda Atina ile yeni ilişkiler kurarken diğer yanda Türkiye’nin bölgesel hegemonyasının önünü kesmek için Esad rejimine destek verebilir. Ayrıca Suriye PKK faaliyetlerinin canlı ve diri tutulması açısından son derece önemli bir konumda bulunuyor. Kuzey Irak’taki İsrail faaliyetleri konusunda ise özellikle Seymour Hersh’ün son bir kaç yılda yazdıklarına bakmak yeterli olur. Esad rejimi açısından da, Batı tarafından dayatılan kuşatmayı yarmak için İsrail kartı işe yarayabilir. Nitekim Türkiye’nin Suriye ile arasında yaşanan gerginlik sırasında, Netanyahu iktidarı yanlısı İsrail gazetelerinde daha çok Türkiye aleyhtarı yorumların ön plana çıkması, sözde Suriye ile kanlı bıçaklı olan bir ülke açısından ilginç bir görünüm oluşturuyordu.
Türk dış politikası şimdiye kadar arabuluculuk rolüyle götürdüğü etken tarafsızlık stratejisini, bundan böyle bizzat oyun kurucu rolü üstlendiği bir aşamaya doğru gidiyor. Açıkcası sıfır sorun stratejisi artık bu ülkeye dar geliyor. Bundan sonraki süreçte Türkiye arabulucu değil, sorunun ve sorunların bizzat tarafıdır. Bu heyecan verici olduğu kadar, zorlu bir süreç de olacak. Ancak dış politikanın böyle bir aktivizmi taşıyabilmesi için stratejik rekabete sahip güçlü bir ekonomi, yüksek eğitimli ve dinamik bir sivil toplum, detaylı akademik uzmanlık, donanımlı diplomatik ve istihbari yeteneklerle zenginleştirilmesi gerekiyor. Hiç kuşkusuz Türkiye, Akdeniz’de Fransa, İtalya, İsrail ve hatta İran gibi ülkelerle aşık atabilmek için askeri-teknolojik bağımsızlığa ulaşmak ve böyle bir perspektife sahip olmak zorunda. Daha da önemlisi, askeri meselelerde sivil otoritenin tesis edilmesi ve kurumsallaştırılması hem demokrasinin hem de güçlü bir dışpolitikanın olmazsa olmaz koşuludur. Zira Türk dışpolitikası tarihinde ne zaman bir hamle yapmaya kalkışacak olsa iç siyasetteki mağlum araçlar yoluyla hizaya sokuldu.
Dr. Hasan KÖSEBALABAN
İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi
ALINTI- STAR GAZETESİ/12.9.2011