Avlunun bir köşesinde hep altı temizlenmiş halde hazır duran üç taşlı ocağın üstüne don kazanı konmuş, içi suyla doldurulmuş ve altı yakılmıştı. Horantadan kirliler alınmış ve sabahın köründen itibaren ilk önce onlar yıkanmıştı. Kalan su yeniden kazana doldurulmuş, altına yeni odunlar konmuştu. Isınan su ile evdeki herkes çimecekti.
O gün aşamaaçir iş görüldü; don yundu. Sıra çimmeye gelince ocağın üstündeki don kazanı yedekte bekletilen helkelerdeki su ile yeniden doldurulup altına yeni odunlar sürüldü. Gızgın suyu ılıştırmak için mahalle çeşmesinden ne kadar helke ve kulplu teneke varsa hepsiyle su getirilip kazanın yanına sıralandı. Avluya yarım bakan penceresinden teh düşen Emine olup biteni görünce “Gene çimiciler elleham” diye düşünerek hemen bitişiğinde oturan, birlikte olmadık aşlanığı yapmalarıyla mahallede tanınıp sevilen Sultan’a balkondan seslenir;
- Sultan…
- …
- Sultaaaan, kele gulaana gurşun mu akdı, niye duymuyon ki!?
- Geldim geldim Emine, buyur.
- Bahele, gene şunların gudurma vakti geliyor ellaham, gönülleri bir türlü gocamayıcı gı..
- Gız yaşlarında ne var kele, elleme heeri.
- Gel de şuna acık dohunak…
Sultan gelince ikisi birlikte balkona çıkıp o tarafa bakan kenarına yaklaştılar. O sırada Hatce kazanın altındaki ateş sönmeye yüz tutmuş olacak ki iki diziyle sağ elini yere koymuş üfürüyordu. Nefes alırken başını ve belden yukarısını geriye çekiyor, verirken hızla eğiliyor ve ağzını ateşe değdirecek kadar yaklaştırıyordu. Sekiz on kere üfürdükten sonra harlandıramayınca sokranmaya başladı:Ocaa geçesicenin odunu, buvaadar zeman geçti, daha gurumadıı…”. Eğilip kalkmaktan, şiddetle üfürmekten gözleri bir türlü, yüzü başka türlü kızarmıştı. Başındaki yemeninin ucu çözülüp küle değecek kadar sarkınca, düzeltmek için doğrulduğunda Sultan ile Emine’yi kendine bakarken gördü.
Hatce’ye; takıldılar:
- Goley gelsin.
- Sağulun anam, goleyse başııza gelsin.
- Gene mi çimiciiz gı?
- He anam, döller kirlendi. Kirden gözleri cildirdiyor da…
- Yalıız döller mi kirlendi?
- E e gahbeler, sanki baa siz ikide bir çimmiyorsuuz da…
Ardından iki elini yumruk yapıp birini öteninin üstüne üç dört kere vurarak devam etti:
- Helbet çimicik; inadııza çimicik işte (yumduklarını bir daha tokuştururken) oh canııza deasin!
Hatce, güccük döllerini öyle yemeğinden sonra sokağa salmamış, çimme zamanına kadar kirleri yumuşasın diye o zamanlar bu işlerin ilacı Vazelin ile ellerini ve ayaklarını yağlamıştı. Vazelin bulamayanlar duzsuz tereyaa sürerdi. Nasıl yağlamasın? İkisinin de elleri bileklerine, ayakları da aşıklarının üstüneaçir kirden kat kat kabuk bağlamıştı. Ellerinin, en çok da parmaklarının bükülen yerlerinin üstü ile ayaklarının üstü şerha şerha yarılmış, ciğer gibi içi görünüyordu. Acı da verirdi çocuklara, dayanamayan ağlardı. Hep böyle olurdu. Nasıl olmasın ki oynadıkları, oynamadıkları her yer toz toprak. Kışın yağışlardan yürünemeyecek kadar çamur olan sokaklar, sıcaklar başlayınca yavaştan dağılıp un gibi gubar olurdu. Mahalle çocuklarının oyun yeri bu sokaklar ya da küllüklerdi. Yakınlarda çayır çimen olanlar çok şanslıydı.
Ayakkabılar gara lastikti genellikle. Azıcık modernleşen aileler, erkek ve kız çocuklarına naylon sandalet bile alırdı. Önceleri hep beyazdı sandaletler; sonra sarı, lacivert ve kırmızısı bile çıktı.
Sandaleti şimdi ‘badi’ dedikleri ayakkabıların naylonu idi. Arkası ille kapalı, bağcıklı ve parmakların ayakla birleştiği yerde penceresi vardı. Naylon bağcığını madeni dilcik denilen bir kilitle sıkıştırılarak bağlanırdı. Sandalet de gara lastik de çorapsız giyildiğinden, çok geçmeden terleyen ayak, içine giren tozla birleşip vallahacııma içine tereyağı koymuş gibi vıcık vıcık olurdu. Adım attıkça, hele koşarken ileri geri kayardı. Derken parmakların arasından bir şeylerin kımıldadığı, hatta parmak aralarından bir şeyin yani ter ile tozun birleşerek oluşturdukları iğrenç kokulu çamurun pürtlediği hissedilirdi. Bu çocuklar, bu el ve ayakla akşam eve gelince anaları “Hadin baam, eliizi ayaanızı yeyhan…” demediği için hiçbir şey yokmuş gibi öyle oturur ve yatarlardı. Bu aymazlık ertesi gün, sonraki gün, iki, üç hafta, bir ay, hatta kışları iki ay sürer; biriken ve birleşen kir kat kat olup el ve ayakların üstünde siyaha yakın gri renkli kabuk olup kalırdı. Adeta el ve ayaklar irileşirdi. O ayak, naylon sandaletin kapattığı yerleri temizmiş gibi açıkta kalan yerleri ise kat kat tabaka bağlamış halde görünürdü de çimdikten ve hatta keseledikten sonra bile bu görüntüsünü pek kaybetmezdi...
Sonuçta naylondan yapılmış ayakkabı; çok dayanmaz orası burası yirilmekten kurtulamazdı. Onların da özel tamircileri oluşmuştu. Şöyle tamir ederlerdi: Eski bir naylondan yeteri kadar parça kesilir. Hemen o anda yakılan gazocağında yassı bir demiri iyice ısıtılır. Bu arada hem o naylon parçası, hem de tamir edilecek yiriğin çevresi zımparalanarak biraz inceltilir ve temizlenir. Isınan demir ayakkabının yiriği ile yapıştırılacak parça arasına konur ve kısa bir süre bekletilerek iki tarafın da az çok erimesi sağlanır. Hızla demir çekilir ve ayakkabı ile parça sıkıştırılarak birbirine kaynaşıncaya kadar beklenir. Böylece naylon ayakkabılar tamir edilmiş olunurdu. O yama bembeyaz sandaletin üstünde kirli ve kararmış bir leke olarak kalmış, kimin umurundaydı ki… Aynı şekilde naylon ibrik, gaz bidonu gibi eşyalar da delinince böyle tamir edilirdi. Arabaların, kamyonların, bisikletlerin ve futbol ve voleybol toplarının patlayan iç lastiklerini yapıştırma tarzına benzerdi. Onlar da zımparalanır, temizlenir, solüsyon çalınır ve biraz bekleyip yapıştırılırdı.
Küçük çocuklar hava günlük güneşlik ise dışarıda, ağaçtan oyma teknenin, teştin veya leğenin içinde hava soğuksa evdeki çaada çimdirilirdi. O zamanlar evini yaparken içine hamam (şimdi banyo diyorlar ya) yaptırmak çok lükstü, kolay kabul edilecek şeylerden değildi. Kültür olarak toplumun her kesiminde yer etmemişti. Ev yaparken hamam da yapmanın gereğini nasıl düşünsünler, nasıl planlasınlar; helayı bile evin dışına yapmaktan vazgeçememişlerdi de…
Bazı zengin ve şeher görmüşlerin evlerinde banyo görülürdü. Orta halliler ya mutfaklarını aynı zamanda çimme yeri olarak kullanırlardı ya da oturma odasının bir köşesine yapılmış çaada çimerlerdi. Çaalar, genellikleyerden bir karış kadar yüksek, kenarları bir, bir buçuk metre boyunda kareye yakın beton zemindi. Kenarları, dam süvükleri gibi dört beş parmak yükseltilirdi. Bir tarafa hafif meyilli olurdu; pis su o tarafın duvarı delinip dışarıda uzatılmış oluktan veya borudan aşşa akıtılırdı. Çaalarda çimilir, abdest alınır, sabahları el yüz, kap kacak, bebe bezi bile yunurdu. Biraz dikkat edenler, çimenlerin rahat etmesini düşünenler çaaın etrafını tahta ile kabin gibi çevirirdi.
Hatce, döllere, tekneye hazırladığı sabunlu ılık suyun içine oturmalarını, ellerini ve ayaklarını sudan çıkartmamalarını tembahledi. Böylece el ve ayaklarındaki kir tabakaları ıslanacak ve keselenince kolay çıkacaktı. Çimdirme vakti gelince Hatce, içinde yarısına kadar soğuk su olan helkeye kazandan aldığı sıcak suyu ekleyip ılıştırdı. Döller hemen ellerini batırarak ne kadar sıcak olduğunu kontrol ettiler. Hatçe, yanında hamam tasını getirmişti, kese vardı, bir sabın kirtiği, bir de kendinin dokuduğu lif vardı. Eteğini sağ aşağı yanından tutup kaldırdı ve belindeki kuşağın sol tarafına sıkıştırdı. Nasıl olsa ayak bileklerine kadar uzanan pazen donu vardı, kollarını da çemreyip çimdirmeye başladı…
Küçüğün başını üç kere sabunladı. Bütün vücudunu, daha çok da el ve ayaklarını keseledi. Lifi sabunlayıp vücudunun her yerine iyice sürdükten sonra tas tas su dökerek duruladı. Elindeki sabunu ötekinin başına koyduktan sonra, berikini mahrama ile sardı ve kucaklayıp yukarı çıkartması için yeni yetme kızına verdi…
Keselenirken ellerdeki ve ayaklardaki o yarıklardan dolayı çocukların çektiği acıları, ağlamaları duymayın; hele, artık dayanma gücü biten Hatçe’nin “Ula yeter galan la, çen çen çen ömrümü yidizzz…” diyerek başlarına hamam tasıyla hızla kaldırıp yavaş indirerek vurmalarını görmeyin bile…
Akşam yemeği yenir, kılanlar namazını eda eder ve büyüklerin çimme faslı başlardı. Erkekler, gerektiğinde gece kalkıp çaada çimerlerdi, amma kirden temizlenmek icap ederse hamama giderlerdi. Orada ya arkadaşıyla birbirini ya da tellaklar keselerdi. Kadınlar da genellikle evde çimerlerdi. Son çimmelerinden bir iki ay geçip de çok kirlendiklerine kanaat getirirlerse hamama giderlerdi. O vakitler, haftanın birkaç gündüzü erkeklere, diğer gündüzleri kadınlara açılırdı. Mesela her cumanın gündüzü erkeklerin, pazarın gündüzü kadınların olurdu. Geceler tamamıyla erkeklerindi… Altmışlı yıllara kadar bir Elbistan’da Selçuk hamamı vardı, zaten; hani şu kalenin doğu taraf eteğinde, çarşıya yakın yerde olan. Şimdi kullanılmayan, yıkılmaya terk edilen. Sonra Taşoların Hamamı yapıldı…
Genç kızlar, gelinler, evin erkekleri gelmeden göz ile kaş arasında çaada çimip çıkarlardı. Sonra bir kenara oturup birbirinin saçlarını tarar, meliklerini örerlerdi. Evin hanımı ise gücünün yettiği, gönlünün aldığı kadar evi temizler, don yur, dölleri, varsa kaynanasını çimdirir en sonunda da kendi çimip arısili olurdu. Kızlar yardım ediyor olsalar da niyeyse en çok onlar yorulurdu. Böyle zamanlarda kazanda ille biraz su artırılır, son kalan odun köseğileri ocağın ortasına toplanır, içine toz gubar, börtü böcek düşmesin, en çok da soğumasın diye üzeri tepsiyle, siniyle veya sacla örtülürdü. Kele ne var bunda işkillenecek; hazır çimilip temizlenmişler, gece herkeş uyuduktan sonra belki gerek olur…
Akşam dar vakit Hatce’nin gişisi İbrahim avluya girip de altı tüten kazanın içinde su olduğunu sezince, hafta sonu gelseydi diye yedi gündür macca olduğu konuda muradına ereceğini anlardı. O zamanlar, akşam yemeğinden sonra ailecek biraz oturulurdu. Ailenin bir arada olduğu ender saatlerdendi. Çocuklar ders çalışır, peçiç, elim elim öpenek falan oynar; bazen çerez yenir ve yatsıdan az sonra yatırılırdı.
Aşşada don kazanında ılık suyun olduğu günlerde herifi bir telaş alırdı ki sormayın; bir yandan çocuklara “Hadin la, erken gahıyorsuuz zaaten, soona uyhuuzu alamazsıız, yatın baam”; kızlara “Gızlar siz de anaazla yorulduuz, yatın da diinenin…” derken, öte yandan da yorgunluktan ikide bir gözleri kapanan, başı düşen avradını uyanık tutmaya çalışırdı. Çocukların görmez tarafından dürterdi veya sorular sorardı. İbrahim, çocuklardan gelen azıcık bir tıkırtı duysa, sanki halay çekiyorlarmış gibi azarlardı; “Yatın lan, eşşolueşşekler, daha çildir çildir bahıyorlar yav, bak soona düverim haaa…”. Hatce, sert sözleri kendine sanıp dikatılı düşerek gözlerini açtı. İbrahim’e baktı, bir küçük tebessüm ederken başı tekrar düştü. O bakışı ve daha çok da tebessümü ‘Korkma herif, uyumuyom…’ demekti.
İki numara gaz lambası yanıyordu. Lambaya yakın yerler aydınlık olur uzaklaştıkça loşlaşırdı. Gaz pahalı olduğundan, misafir gelmediği zamanlarda aaşamınan yatsı arasında yakılır, yatılacağı zaman ya iyice içine çekilir ya da söndürürdü. Aşağıda don kazanında ılık suyun bekletildiği gecelerde lamba söndürülürdü. Bugün de söndürdüler… Aralıktaki küpün üst kısmandaki taada idare olurdu, yanında da bir eski çakmak; Muhtar çakmağı. Gece helaya gitme ihtiyacı duyanlar idareyi yakar onunlar giderdi. Aşağıda çimecekleri zaman da kimse görmesin diye idareyi tercih ederlerdi. Buna rağmen Hatce, Sultan ile Emine gibi şakacı komşuların dilinden ve “Aşşanızda bir ışık gelip gelip gediyor muydu ne, yoosam baa mı eyle geldi…” diye başlayan dokundurmalarından kurtulamazdı…
Böyleydi işte o zamanlar ailelerin yaşadıkları. Hem gündüz hem de gece işinden yorulup yarı baygın düşenler, gene de sabah namazı vaktinden önce uyanıp çocuklar ve hele varsa büyükler uyurken, evinin durumuna göre ahırda, aşağıdaki çaada, mutfakta, hatta helada yani evin çimme yerinde yıkanırlardı.
Bir gün ortanca çocuk, sabah uyanınca anasının saçlarını ıslak görmüştü de işkillendiği belli olan bakışlarını salıvererek “Ana gı, aaşamdan beri senin saçların niye gurumamış?” deyince İrbaam de gendi de önce utanmış sonra da nasıl gülmüşlerdi, nasıl… “Oolum, başımı sarıp yatıyom tama, hava almayınca gurumamış…” gibi bir şeylerle çocuğun hücumu savuşturulurdu.
&
Düşü azan gençler, soğuk sıcak, kış yaz, kar buz demez Cahan’a ya da ıcık daha ılıklığına tavlanarak uzaklığına aldırış etmeden Söotlüye giderdi. Herkes utanır, anasına ‘Ana gı, gene düşüm azmış, baa ıcık su gızdır heeri..’ diyemez. Bir yol derdi, iki yol derdi; düş bu, söz de dinlemez aklına esti mi azardı ki hangi birini desin? Sabah dereye gitmeden önce gördüğü samimi arkadaşlarından bir ikisine durumunu yarım ağız anlatır, yoldaş arardı. Kime dese o da dünden hazırmış gibi “Hee la benim de düşüm azık; saaten çimim diyordum” diyerek ikiletmezdi bile…
Cahan’a gedecek olanlar, daha çok Tabak Galdıran, Gumlu Guyu ya da Kralların Ora’yı (Şimdiki pavyonların civarı); Söotlü’ye gedecek olanlar da Suçatı’nı, Altı Gavaa ya da Camız Boolan’ı tercih ederdi. Tahta köprünün aşşasında da çimenler olurdu…
Soğuğun, ayazın en çatçatılı gününde boy abdesti almak için yola çıkıp elleri, yüzleri hele burun ve kulakları kıpkırmızı olmuş, donmaya varmış halde derenin kenarına gelen delikanlılar, karın üstüne soyunmamak için suya yakın bir iki ağacın olduğu yeri seçerlerdi. Ağaçlar, soyunup giyinirken kendilerine dulda olurdu, aynı zamanda. Daha doğrusu böyle yerler, bilinir ve hep aynı yere gelinirdi. Oraya “Yerimiz” derlerdi. Birbirinden ayrı gelecek olanlara “Yerimize gel” dediler mi, öteki orayı bilir ve gelirdi. Şöyle bir havaya, suya bakarlar, soğuktan ürküp vazgeçecek gibi olurlarsa da pis pis (cenabet olunca öyle derlerdi) gezmenin doğru olmadığını bildiklerinden kendilerini ikna ederler ve soyunmaya başlarlardı. Biri ağacın bu tarafında, diğeri öteki tarafındadır. Soyundukça tempoları artar ve sanki yarış varmış gibi giysiler çıkartılıp dalların üstüne atıldığı gibi suya daldılar. Vallaha sudan başlarını çıharmak gelmiyordu. Suyun içi ılık, dışı üç beş derece daha soğuk gibiydi. Belki öyleydi, belki de ıslanan vücut öyle hissediyordu, bilmem galan. Sudan çıkınca insanı satlıcan tutmuş gibi titreme alırdı da anında geri suya gömülürdük. Tepemizden duman (buhar/sis) çıkardı ki uzaktan gören “Şorada tüten şey ne la” derdi. Girmişken sağa sola bir iki kulaç atayım desen üçüncü beşinci kulaçtan sonra kollarının hareketini o kadar ağırlaşmış hissederdin ki seni taşıyamayacak korkusuna kapılırdın. Çimmeden, vazgeçip boy abdestini alım da çıhım derdine düşerdin.
Söylemesi ayıp, diyelim ki çamaşırda leke var; o ne olacak? Öyle ya düşü azmış da gelmiş delikanlı; leke olmaz mı? Islak ıslak giyinmeyi göze alır ve elbette onu da yıkardı. Zaten don çıkartılmadan suya girilirdi. Suya alıştıktan ve bir iki tumup çıktıktan sonra, önce don aşağı kaydırılır ve diz hizasına gelince ayaklardan birinin parmakları bastırılıp indirilir ve çıkartılırdı. Sonra yine aynı parmaklarla tutularak yükseltilir ve ele alınarak bir güzel yıkanırdı. Lekeli yerleri çitilenirdi. Temizlendiğine kanaat getirildikten sonra dürülüp iki tarafından tutulur ve ters taraflara sarılarak iyice sıkıştırılır ve suyu sırkıtılırdı. Güçlü olanlar neredeyse kurumaya vardırırdı. Şöyle bir silkelenir ve göbekten aşağısı suda kalacak kadar kıyıya yaklaşılır ve elbiselerin çıkartıldığı ağacın bir dalı hedeflenerek atılırdı…
O zamanın çoğu gençleri, değil arkadaşının yanında, kimse olmasa bile açıkta çırılçıplak kalmak istemezdi. Ana üryan elini kolunu sallayarak gezen yok muydu; vardı elbette, amma onlara kulaasman hele… Donunu dala attıktan sonra gerisin geri sırtüstü kendini suya bırakır, kulaç atar, tumar, çıkar ve boy abdestini alırdı. Önce “Allah rızası için gusül abdesti almaya niyet ettim” derdi. Kimi “Pislikten paklığa dönmek için Allah rızası için…” diye başlardı. Hepsi üçer kere olmak üzere ellerini yıkar, ağzına su verir, burnunu temizler, yüzünü yıkar, kollarını yıkar, başını ve ensesini mesh eder, kulaklarını temizler, sonra suyun içinde olmasına rağmen ayaklarını yıkardı. Buraya kadar namaz abdesti gibidir zaten. Sonra iki avucuna doldurup doldurup önce sağ omuzundan, sonra sol omuzundan üçer kere su aktarır ve iki elinin başparmağı ile kulaklarını, işaret parmakları ile burun deliklerini kapatıp ”Allık bulluk anama babama bin bin sağlık” diye oturup kalkarak tüm vücudunu üç kere suya daldırıp çıkarırdı.
Boy abdestini alıp da kıyıya doğru yürürken, inanılmaz bir ferahlık, ağır bir yükten, taşınamaz bir suçtan, günahtan kurtulmuşçasına ferahlık duyulurdu…
Buna rağmen kıyıya yürürken bedeninin havayla temas etme oranı arttıkça titreme de artardı. Kendisini çırılçıplakken kimse görmesin diye iki elini önden ve arkadan siper ederek birden fırlar ve en güvenli tarafa arkasını dönerek serbest kalan eliyle attığı donu alırdı. Belki okuyanlar arasında inanmakta zorlananlar olacak, don sertleşmiş buz tutmaya ramak kalmıştır. Kendisi ıslak vücuduyla önce donu, sonra fanilasını giymeye çalışırken bedenindeki titreme artık kontrol edilemez hale gelir. Dişleri ‘çat çat çat’, bacakları zangır zangır, bedeni tir tir, her biri ayrı telden çalar. Hızla çamaşırlar ve diğer giysiler giyilir. Kısa bir süre kontrolsüz titreme devam eder, saçlar ve kirpikler, varsa bıyıklar da sertleşmiş buz tutmak üzeredir. Bazen tutar da, uçlarında mini mini buz parçaları belirmeye başlar. Isınmak için mi yoksa titremeyen hücresi kalmamış vücudunu ne yapacağını bilmediğinden mi ne ise o zamanlar yerinde seker sıçrar, sağa sola adımlar atar; elini bir saçlarına, kulaklarına, kaşına, alnına sürter, bir birbirine sürter. Eğilir bacaklarını ovalar ve nihayet yavaştan vücudun ısınmaya başladığını sezer. Öyle bir sıcaklık vücudu yavaştan sarmaya başlar ki tarifi, mümkün değil! İnanın dünya hazlarından çok azı, bu kadar tatlıdır, zevk vericidir… Tadını alanlar, sırf bu hazzı bir daha yaşamak için kışın o çat çatılı soğuğunda arkadaşının davetine uyar ve birlikte gidip gönüllü çimerdi… Haa ıslak giydiği donu mu? O ıslaklığını yaymaya başlar, önce pantolonu sonra pantolonun içine konulmuş gömleği ıslatır; ama vücudun ısısıyla kurur giderdi… Kimileri ısınmak için kahveye girerdi de oturduğu sandalyedeki ıslaklığı görenler onun çimdiğini anlardı…
&
Durumu iyi olmayan birçok ailenin evinde çimecek yer olmazdı. Daha çok kışın perişan olurlardı. Hadi büyükler idare etti diyelim; küçük çocuklar üşütür, satlıcan olur diye korkulurdu. Bu yüzden iki çimme arası bir iki ay uzar, insanları bit talardı… Halden anlayan bir komşu “Onların da artık çimme vakti gelmiştir” diye düşünerek, evin herifine ve varsa gençlerine “o gün akşama kadar gelmeyin” tembihini yapar ve “falan gün buyurun, çocukları çimdirirsiniz” diye haber salardı… Ee birbirinin don deaşiini bile öncüt kullanmayı kabullenmiş insanlar, bir yakın koşunun hamamını niye kullanmasın ki?
Daha önce yazmadım herhalde, yazdıysam da tekrar etmiş olayım:
Köşker Hacı Ahmet emmi vardı, rahmetli Abdiklerdendi. Onların evlerinde mutfakları aynı zamanda çimme yeri imiş. H. Ahmet emmi, bir gün çimmek için avradından su ısıtmasını istemiş. Hazır olunca girmiş. Onun bir âdeti varmış; iyice çimdikten sonra başını ille evdeki toz deterjanla bir daha yıkarmış. Köşker ya, kokusu falan çıksın istiyordu zahar. Hanımı da çayı, her zaman demliğe dökülmeden daha iyi konuyor diye boşalmış bir deterjan kutusuna aktarırmış. H. Ahmet emmi, o gün de güzelce çimmiş, başını sabunlamış bir iki tas suyunan durulanmış; ama gözüne giden sabun yaktığından açamadan eylece bir de deterjanla sabunlanayım, diyerek elini rafa uzatmış. Yan yana duran kutulardan birini almış ve başına yeteri kadar döktükten sonra, iki eliyle bir güzel ovalamış. Önceki sabunun artanları kaldığından köpürmediğini bile anlamamış. Zaten dalgın birisiydi. Durulanmak için bir iki tas su döküp gözünü açınca her tarafını al kan içinde gibi görmüş. Dışarı seslenmiş:
- Ula avrat gelele, benim nirem ganıyor, bahele…
Hanımı kapıya gelip dışarıdan cevap ermiş:
- Ne ganaması la, yüzünü gözünü dınnaklamadıysan niren ganayıcı..
- Ula saa gel bak diyom, ne orada gevezelik ediyon!
Israrı yanlış anlamış hanımı:
- Dur kele, azdıı, gudurduu şu dar vahıtta…
- Ula ben ne diyom sen ne diyon ırzı gırıın avradı, gelip baksane nirem ganıyor?
İteleyip açmış kapıyı kadıncağız, bir de bakmış ki herifin saçı, başı, tepeden aşağı gerçekten kanamış! Telaşlanıp kanayan yeri ararken çay taneciklerini görüp anlamış ne olduğunu, dışarı çıkarken azarlar gibi söylenmiş:

- Hay ocaan geçmeye e mi? Guru çayınan sabınlanmışsın tama!..