Merhaba sevgili okurlar.

Hepimiz birer savaşçı olarak dünyaya geliriz. Bir yerlerde tıkanıp kaldığımızda, soluk almak güçleştiğinde, yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını, tam da ne yapman gerektiğini bilmediğin noktada yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yeni keşifler yapmalıyız.

Başımıza gelen dertle nereye gideceğimizi ne yapacağımızı bilmediğimiz anda, çaresizliği iliklerimize kadar hissederiz. Ama insanız ya, bir bakarız ki çoktan o dertle savaşıyor, ona alışmış bir şekilde emin adımlarla devam ederiz hayatımıza. Çünkü her birimiz birer savaşçı doğarız aslında. Sadece hepimiz farklı tecrübelerle bunu anlarız.

Evet, bir önceki yazımdan da hatırlarsanız ben bir kanser savaşçısıyım. Yaşadığım yerde kanserle mücadele eden birçok insandan biri de benim. Tedavim Kahramanmaraş Necip Fazıl Şehir Hastanesinde olduğu için Onkoloji Servisinde kimi sorsam Afşinli, Elbistanlı çıkıyor çünkü.  ‘Coğrafya kaderdir’ diye okuduğum bir cümlenin vücut bulmuş en iyi örneklerinden biriyim.

Ahh, ahh. Ne diyordu Pir Sultan Abdal; ‘’Pir Sultan Abdal'ım dünya kovandır, gitti adil beyler kalan avamdır, Muhammed divanı ulu divandır, kalsın benim davam divana kalsın.’’ Aynen öyle dostlar. Kalsın bizim davamız divana kalsın. Biz göğsümüze vura vura haykıra haykıra anlatsak da yaşadıklarımızı bildiğini okuyan beylere yarın Allah sormayacak mı? Kalmaz, bu kadar ah kimsenin yanına kalmaz. Neyse…

Temiz bir iç çektikten sonra yazıma devam edeyim.

Evet, ölüme kafa tutmaya başlayalı tam bir yıl oldu dostlar. Geçmez dediğim alışamadım dediğim o kadar şey oldu ki. Ama bir baktım ki birçoğu geçmiş ve çoktan alışmışım zaten. Üçüncü kez nüks yaşadığımın bilgisini de sizlerle paylaşayım. Aynen bir değil, iki değil tam üç kez tekrar etti hastalığım.

İnsan zamanla anlıyor ki sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce, değerli olabilmeli hayat. İlla büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için. Başkasının yerine koyabilmeli kendini, ağlayan birine "gül", inleyen birine "sus" dememeli. Ağlayana omuz, inleyene çare olabilmeli.

Bir çocuğun ilk adımlarında umudu, bir gencin düşlerinde geleceği,  bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli. Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi, mutlu etmeden mutlu olmayı beklememeli.

Ama küçük, ama büyük, her hayal kırıklığı, her acı, bir fırsat. Yaşamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için kaçırmamalı bazı şeyleri. Çünkü hiç düşmemişsen, el vermezsin kimseye kalkması için, hiç çaresiz kalmamışsan, dermanı olamazsın o yaranın. Ağlamayı bilmiyorsan, neşesizdir kahkahaların. Bu savaş bana bunları fark etmemi sağladı. Evet, kimse bu dünyadan sağ çıkmayacak ama ölümü damarlarında taşımak insana farklı pencereler açıyor işte.

Hayat hep bir mücadele olsa da insan taşıdığı yüklerle devam etmesini bir şekilde öğreniyor. Yaşamak böyle bir şey olmalı değil mi?

Benim gibi savaşçı doğan insanların silahı hafızası olmalı. Hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için. Soruları olmalı, yanıtları bulmak için ömrümüzün sonuna kadar belki de durmadan aramalıyız. Vakit kısıtlı, nasıl değerlendireceğin neleri anlayıp anlamayacağın sana kalmış.

Her şeyden önce herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi, çiçeğe, böceğe, kediye veya bir dosta. Çünkü hakkını verebilsin sevdiklerinin, zaman bulabilsin, bir teşekkür, bir elveda için.

Velhasılıkelam yaşam dedikleri bir sınavsa eğer, ne olursa olsun ölüm ne kadar yakın olursa olsun asla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten. 

Benden bu kadar sevgili okurlar. Bir sonraki yazımda görüşmek dileğiyle…