Afşin’in Cumhuriyet öncesi kültür yapısıyla ilgili bazı belgelerden Ashab-ı Kehf’in büyük bir medrese ve külliye niteliği kazandığından Efsus (Afşin)  Karyesi de dahil olmak üzere bazı köylerin yarısını Ashab-ı Kehf diğer yarısını da Dede Baba Zaviyesine vakıf edildiğini (Refet Yinanç-Mesut Elibüyük’ün Maraş Tahrir Defteriadlı iki ciltlik eserden öğreniyoruz. Cumhuriyet sonrası kültür yapısına bakacak olursak; 1944’ten önce Efsus ya da Yarpuz adıyla anılan Afşin-Elbistan Termik santralinin kurulmasından önce şehirlerarası yolların uzağında tarım, bağ ve bahçecilik ile hayvancılıkla geçimini sağlayan, kendine yeterli el sanatlarıyla meşgul olarak yaşantısını sürdüren ilçe halkı sade, gösterişsiz, kendi hallerinde, samimi bir dostluk, fakiri ve iyi halli esnafıyla dayanışmacı komşuluk ilişkileri içinde bir yaşam sürmekteydi. Şu anda 1920 sonrasında doğan Afşinli yaşlı eşraftan dinlediğimiz gözlemlerine göre, I. Dünya savaşına gidip Yemen’de, Galiçya’da, Filistin ve Suriye’de savaşıp da şehit olan, dönemeyen ya da ancak sakat olarak dönen, babalarının, amcalarının öykülerini ve babaları gelemeyenlerin annelerinin yanında yetim büyüyen çocukların trajik yoksulluk hikayelerini defalarca dinlemişizdir.

Sonra II. Dünya savaşı yıllarında çektikleri kıtlık ve yoksulluk öyküleri de iç burkan hadiselerdir. Hemşerimiz Durdu Mehmet Kanat’ın anlattıklarına bakarak o döneme ilişkin ipuçları yakalanabilir. “1942’deki yaşanan kıtlık, görülmüş şey değildi. Bir teneke buğday, 18 liraydı. Bu parayla neredeyse üç inek alınabilirdi. Abim Battal, Kadirli’den 6 teneke buğday getirdi. Eve o yıl bolluk, bereket girdi. Fakat abim bu yolculuktan zehirli sıtmaya yakalanıp altı ay hasta yatmıştı. 11-12 yaşlarındaydım, bir gün rahmetli anam Şerife hanım, Suyun Kırağı’ndaki darı tarlamızı beklemem için, azığını ben getiririm diye beni aç karnına şafakta gönderdi. Tarlaya gidinceye kadar yemlik toplayıp yiyerek açlığımı bastırdım. Gün doğarken, dayanamayıp otların üzerine uzanıp uyumuşum. Kuşluk vakti rahmetli anam benim başıma gelip, ağlamaya başlamış. Ben uyandığımda azığını getirdim oğlum, dedi. Azığım; bir avuç nohut haşlamasıydı”.

1955 ve sonrası doğan bizim kuşak, sonradan bedelini ağır ödemiş de olsak, Demokrat Partinin ülkeyi ABD’den aldığı Marşall yardımı ile kısmen de olsa yaşanılır bir ülke haline getirdiğini inkâr etmeyip yakın il ve ilçelerle ulaşımı, ticareti beygir ve merkep sırtından kurtarıp motorlu araçlarla yapılmasını başlattığı dönemi hatırlamak gerekir. Çünkü motorlu araçların ilçeye gelmezden önceki hayvan sırtındaki kasaba ile köyler arasındaki yaz yolculuklarında hayvan tüyü, kılı ve yününden geçtiği söylenen kumacı (aşırı öksürük) hastalığına yakalanmamak bir talih eseriydi. Kışın yapılan yolculuklarda ise donarak ölümler yaşandığından yöremizde kış ayları, donarak ölen kişilerin adıyla anılmasına neden olmuştur. Ellez (İlyas) ın Kışı, Bilal’in Kışı, gibi.

1954 yılında doğmuş bir Afşinli olarak hatırlayabildiğim kadarıyla 1965’li yıllarda ilçemiz 5-6 bin nüfusa sahip, Kale, Dede Baba, Pınarbaşı, Beyceğiz ve Yeşilyurt adlı beş mahalleden oluşuyordu. Dedebaba Mahallesi dışında her mahallede bir ilkokul, Belediye ve Hükumet Konağının karşısında da Ortaokul vardı. Kale Mahallesinde Afşin Bey, Pınarbaşı Mahallesinde Atatürk, Beyceğiz Mahallesinde Efsus ve Yeşilyurt Mahallesinde de Namık Kemal İlkokulu vardı. İlçemizin Kuzey-Güney istikametinde güneye doğru hafif eğimli uzunca yokuşunda karşılıklı akasya ağaçlarıyla donatılmış cadde üzerinde kurulan şirin bir çarşısı vardı. Ulu Caminin yanında caddenin karşısında mermerden1936-1937 yıllarında yapılan öyle güzel bir Şadırvanı vardı ki, adeta bir antik (asar-ı atika) eseri andırıyordu. Etrafı demirlerle çevrili, içinde yaz sıcağında çocukların serinlemek için girebildikleri, ortasında su fışkırtan büngüldeği (fıskiye) olan bir havuzu ve etrafında ulu akasya ağaçlarının serin gölgesi vardı. Şirin çarşı caddesi her iki kaldırım arasındaki beyaz balıksırtı parke taşlarıyla döşeliydi.

1950’li ve 1970’li yıllarda Afşin el-sanatlarında mahir ustalar yetiştirmişti. Terzilik, ayakkabıcılık, nalbantlık, berberlik, marangozluk, duvar ve ahşap işçiliği, bıçakçılık, tüfek ve silah tamirciliği kayda değer ve revaç mesleklerdi. Afşin bıçakları yörede ünlendiğinden Sustalı Afşin bıçağı lüks eşya cinsinden sayıldığı için onu taşımak gençler ve yetişkinler için bir ayrıcalık kabul edilirdi. “Katiplerin Bıçakçı Mahmut Yazgan en ünlü bıçak ustalarındandı. Yine Memişlerin Mehmet, Nuri ve Zıbalilerin Ahmet Duran Yaşar da bıçak ustalarıydı.” (Mithat Berberoğlu, Afşin 1923 doğ.)

Afşin’in kendilerine yeten bir yaşam tarzı bir açıdan da ilçe gençlerinin dışa açılmasını engelleyen önemli öğe olmuştur. Bu yüzden çoğu aileler, ilkokulu bitiren çocuklarını ‘amelelik yaptırıyorlar’, gerekçesiyle Köy Enstitülerine göndermemişlerdir. Aslında bu gerekçenin arkasında yatan temel etken bu okulların etrafında oluşturulan olumsuz -haklı ya da haksız- propagandadır. Günümüzde Eski Garaj denilen mevkide, çocukluk yıllarımda çarşının kuzey yönündeki en son dükkândan sonra cambazların gösteri yaptığı yeri, yine Garaj’dan sonra da cadde üzerindeki köşede Dayı Oteli ya da Dirgen Ali’nin ifadesiyle Bitli Palas Otelini hatırlarım. Dükkânlar ya demir kuşaklı ve zerzeli ağaç daraba denilen panjurlardan ya da rulo halinde kıvrılan galvanizli saçlardan yapılmış kepenklerle kapatılıyordu. (Zerze: Dükkan, ahır ve odunluk kapılarında kullanılan demirden el yapımı kilitlerdi). Sabahın erken saatlerinde inekleri ve buzağıları uykulu gözlerle sığır toplama meydanı (Sığır Eğreği) ne götürürken Dede Baba mevkiinden geçtiğimiz çarşıdaki dükkânların açılırken o saç kepenklerinin art ardına çıkardığı sesler hala kulaklarımızda çınlar.

Atmışlı, hatta yetmişli yılların başlarında bile Afşin’de neredeyse herkes birbirini akraba ya da hısım oldukları için tanıyabilirdi. İlçemizde devlet memurlarının dışında yabancısı yoktu. Sokakta, zengin-fakir, işçi-esnaf arasında iç içe yaşanan birebir toplumsal bir ilişki vardı. Hali vakti yerinde olan aileler fakir komşularına pişirdikleri değişik yemeklerden -kokusunu duydukları gerekçesiyle- bir tas ya da kapla tadımlık gönderirlerdi. Fırın ekmeği pek yaygınlaşmadığı için her aile ekmeğini güz mevsimi gelince, ‘kış ekmeği’ olarak yapardı. Bu işi ya kendilerinin ya da komşunun tandırında birbiriyle yardımlaşarak yaparlardı. Un öğütmek için değirmenlerde sıra alınır, hatta bazen çuvalların başında sabahlanırdı, Değirmenbaşı Mevkiinde bulgur kaynatmak için harman yerleri seçilir, bulgur kurutuluncaya kadar yıldızlı yaz geceleri harman yerinde yatılırdı. Bağ Bozumu, Kuru Şıra yapımı, Tarhana kurutmalar, komşuların ortaklaşa yaptıkları işlerdendi. Bahçesi olanlar, bağa giderken heybelerine ya da ceplerine elma, erik alıp tanıdıklara ve çocuklara, yine bağı olup da evine üzüm getiren kişiler karşılarından gelenlere salkım salkım üzüm ikram ederlerdi.

Afşin’de güz mevsiminde en önemli iş “zahra tutmak” ya da tutamamaktır. Çünkü uzun ve ağır geçen kış mevsiminde tabiat ana, Afşinlilere av hayvanlarından başka gıda ya da gelir getirecek bir imkan bırakmazdı. “Zahra tutmak” Afşinlilerin kış mevsiminde tüketmek için, her tür gıda maddesinin güzden hazırlanması  ve korunması işidir. Bunlar, tahıl ürünlerinden (un, bulgur, yarma, mercimek, mısır, nohut), sıvı ve kuru şıradan (pekmez, kırma, bastık, sucuk, kesme, semse), kuyuya gömülen bostan ürünlerinden (turp, pancar, yerelması, soğan, sarımsak), ağaç sandıklar ya da samanın içinde korunan (elma, armut,ayva ve şeftali),serin odalarda sandıklarda saklanan (ceviz, kayısı, kiraz, dut kurusu), arıstağa asılarak korunan horoz yüreği üzümler ve kabak),ağartı denilen sütten yapılan, cere denilen içi sırlanmış küplere ve derilere basılan (peynir, çökelek), et ve kuyruk ürünlerinden (kavurma, sızdırma), bostan ürünlerinden biber, domates, havuç, taze fasulye, culban dediğimiz bezelye, patlıcandan ve bezikten (turşu kurma), hazırlamaktır.Fakültede Uygur Türklerinden olan bir hocamızla konuşurken bu “zahra tutmak” sözcüğünü kullandı. Heyecanla ne demek, dediğimde kışa hazırlık için unluk-bulgurluk tutmaktır, deyince, bizde de aynı anlamda kullanılırdedim. Dolayısıyla “Zahra tutma”nın bize Orta Asya Türklerinden geldiğini anladım. Bir kavram 6 bin kilometre uzaklıktaki bir coğrafyadan Anadolu’ya geliyor ve bin yıldır yaşıyor. O da ben de hayret edip milli kültürümüzü korumaktaki duyarlılığımızı bir kez daha teyit ettik.