Değerli Hemşerilerim. 04.03.2022 Cuma Günü Afşin’de Şehir Kütüphanesinde Mehmet Akif’te Asım’ın Nesli başlıklı Konferansının özet metnini Yeşil Afşin Gazetesinin okurlarıyla paylaşayım istedim.

İstiklal Marşı’mızın TBMM’de kabulünün 100. Yıldönümünde M. Akif Ersoy’u bir kez daha anıyoruz. “Milli Marşlar” bağımsızlıklarını kazanmış ülke halklarının ortak paydası olan sembolik değer taşıyan önde gelen ögelerinden biridir. Alanım gereği, felsefece bir merak güdüsüyle milli devletlerin bazılarının milli marş metinlerini inceledim. Her milli devletin Marşı’nda, ya yurtlarının güzelliği bağlamında dağlarının görkeminden ya ırmaklarının gümrah lığından ya ovalarının verimliliğinden ya tarihlerindeki kahramanlardan ya da krallarından, liderlerinden söz edilmektedir. Doğrusunu isterseniz hiçbirini bizim İstiklal Marşı kadar dramatik, trajik, içli ve gerçekçi bulmadım. Bu yargımın ilmi değerinin olmadığı elbette söylenebilir ama 6 asrı aşarak yaşayan bir imparatorluğun yıkılışı da elbette başka ulusların tarihi ve coğrafi kaderinden daha etkileyici ve çarpıcı olması doğal karşılanmalıdır.  

Mehmet Akif, 63 yıllık ömrünün kırk yılını Devlet-i Âliyenin yeniden atılım yapması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde şiirleri, yazıları ve nutuklarıyla ülkemizin düşünce dünyasında etkin rol almış ünlü bir şair ve fikir adamımızdır. O, Eğer aydınlanmasını metafizik anlamda gerçekleştirirse yıkılmakta olan Osmanlı devletin ve birer birer kopmakta milli unsurların yeniden toparlanacağı tezini savunur. Onun bu tezi pratikte gerçekleşmedi. Ancak İslam Birliği tezinin, 21. Asrın ilk çeyreğinin yaşandığı bu dönemde ABD, Avrupa Birliği, Rusya ve Çin’in toparlanmaları karşısında 1.6 milyar Müslüman nüfusunun siyasi birlik olmasa da düşünce ve duygu birliğinin bile tesis edilemeyişi oldukça düşündürücüdür.

“Diriler yaşar ama onları ölülerin düşünceleri yönetir”, “İnsanlık tarihi, değişenle değişmeyen öğenin iç içe girdiği bir halitadan, birbiriyle zıtlık içeren bir birlikten ibaretmiş gibi gözüküyor. Ünlü İngiliz tarihçisi E. H. Carr'a 'Güneşin altında yeni olan hiçbir şey yoktur', anlayışı ile 'Her şey değişmektedir', anlayışı arasında bir seçim yapmanız gerekseydi, hangisine karar verirdiniz, diye sorulduğunda; "Her ikisine de. Geçmiş, bugüne gelindiğinde birdenbire ve tümüyle yitip gitmemektedir. Fransızların "Le mort saisit levif/Ölü diriyi tutar", sözü ve bu bağlamda Fransız miras hukukunun ilkesi, "Ölenin hakları yaşayanlara kalır", sözü geçmişin zaman zaman günümüzü nasıl etkilediğine işaret etmektedir. Öte yandan geçmişin dış biçimleriyle değişmeden kaldığı durumlarda bile, içeriği -kimi kez fark edilmese de- sürekli olarak değişime uğrar. Dolayısıyla o, tarih; süreklilik ve değişim ilkelerinin karşılıklı etkileşimlerinin ürünüdür," demektedir.

“Düşünce, keçeye benzer, ne kadar sıkıştırılırsa o denli yetkinleşir”. Bir ülkenin düşünce hayatı, mütefekkirlerinin düşüncelerinin haleflerince önemsenip işlenmesi ve irdelenmesiyle mümkündür. Bu nedenle sosyal alanlarda yapılan sempozyumlar, bu iş için kültürel ve ekonomik fırsat ve imkan oluşturan önemli çabalardır. Bizde daha önce sadece İstanbul, Ankara ve İzmir’deki üniversitelerde yapılan konferans, sempozyum ve panellerle kısıtlı olan entelektüel çabalar son yıllarda ülkemizin neredeyse her ilinde, ilmi ve felsefi etkinliklerle yaygınlaşmakta ve ülkemizde genel anlamda bir düşünce atmosferi oluşmaktadır.

Mehmet Akif Ersoy, ülkemizde İstiklal Harbinde gösterdiği fedakâr gayretleri, milli birliğin sağlanmasında gösterdiği samimi ve inançlı çabalarıyla halk nezdinde takdir görmüş ender şahsiyetlerden biridir. En ünlü eseri Safahat isimli şiir kitabıdır. Safahat, bir tür Osmanlının nezdinde bizim kurduğumuz Devlet-i Aliye’nin iki yüz elli yıl içinde imparatorluğa dönüşüp asırlar içinde önce kadîm Hilal-Salip mücadelesini batılı ülkelere ve Çarlık Rusya’sına karşı parlak zaferlerinin verdiği vakur duruşlu görkemli dönemlerin sevinçleri ile iki asır içinde yenilgiler sonucu çok çalkantılı ve dramatik dönemler yaşadıktan sonra 20. Asrın ilk çeyreğinde yıkılışının Akif’te bıraktığı trajik ve derin izlerin destanımsı ifadesidir. Sezai Karakoç’un ifadesiyle de bir nevi yıkıntıların, safha safha anlatılışı, duyuruluşu ve bu yıkıntıların şairde bıraktığı acı izlerin derlenişi, toparlanışı ve tespit edilişidir. Bir bakıma Türk Tarihinin en acıklı dönemlerinin yaşanmış bir destanı, yas yapraklarıdır.”

Mehmet Akif’in Safahat’ını okuduğumuzda yüz yıl öncesinde olduğu gibi günümüz sorunlarının da taze, canlı ve tüm çıplaklığı ile karşımıza serildiğini göreceğiz. Buradan bizim Batılılaşma maceramızın sonlanmadığı görülür. Yüz yıl öncesinde halkın kahir ekseriyeti Batılılaşma karşıtı, gelenekçi çizgide dururken, aydınların çoğu değişimden (Batılı olmak anlamında) yana tutum sergiliyordu. Bir asır geçtikten sonra, durumun tersinin yaşandığı, yani halk, ‘batılılaşma’ya aydınlardan daha istekli görünüyorken, aydınlarınsa ikircikler yaşayıp artık Batılı değerlere karşı selefleri gibi bir güven beslemiyorlar. Hele yüz yıl önce Anadolu’yu her taraftan paylaşmaya kalkışmaları, II. Dünya Savaşı’ndan sonra da Kıbrıs, Bosna, Kafkasya ve Ortadoğu’da ülkeleri Demokrasi getirmek adına işgalleri ve soykırımlarla toplumlara yaşattıkları travma ve dehşeti “uygarlaştırma” olarak nitelendirmekeri nedeniyle “Uygar Batı” kavramının imajı hayli törpülendi. Toplumsal hareketlerde eğer, “düzelme de bozulma da merkezden çevreye, aydınlardan halka doğru evrileceği” görüşünün gerçeklik payı varsa, toplumumuz zaman içerisinde “Batı Değerleri”ne, artık heyecan ve umut duymak yerine ihtiyatlı davranıp “imrenerek değil, itina ile, özentiyle değil özenle” yaklaşacak, hatta “Batı”, kendince üstün gördüğü değerlerini çıkar uğruna çiğnemeyi sürdürüp Piere Lermit’in fanatik husumet çizgisini seçerse sadece bizim toplumumuzda değil tüm dünyanın önemli bir kesiminde Mehmet Akif’in Batı’yı nitelendirmede kullandığı “Tek dişi kalmış canavar” deyimi anlam bulabilir.

Akif, 7 kitaptan ibaret olan Safahat’ın 6. Kitabı’nda Asım’ın Nesli adlı bir karakter tasavvur eder. Bu karakter Akif’in idealindeki Müslüman gencidir. Bu kitabın yazımı 1919-1924 yılları arasında gerçekleşir. Kitap diyalog/tiyatro tarzındadır. Mekan Akif’in evidir.

Hocazade; bizzat şairimizin kendisidir. Köse İmam, Akif’in babasının öğrencisidir. Akif’in belirttiğine göre; “ilmi az olsa da, görgüsü çok, fıtratı yüksek bir imamdır.”

“Asım ise: Köse İmamın oğlu olup Almanya’da tahsil yaparken I. Dünya savaşında, Çanakkale Savaşlarında; ülkesi, milleti, imanı için cepheden cepheye koşmuş, zaferler kazanmış, bilgili, faziletli, çalışkan bir gençtir.

Asım’ın Bazı Özellikleri

Zulmü alkışlamayan, zalimi asla sevmeyen,

Gelenin keyfi için geçmişe sövmeyen,

Sövene de karşı çıkan,

Hak namına haksızlığa ölse tapmayan,

Kanayan bir yara gördüğünde ciğeri yanan,

Vurdum duymaz olmayan,

Zalimin hasmı, mazlumu dostu olan,

Haksız güçlüye değil, haklı zayıfa arka çıkan,

Asım’ın bu nitelikleri, günümüzün popüler anlayışında dünyevi kaybedişin tutum ve davranışları olarak

algılanabilir. Saflık kavramı, işini yoluna koyamayan, kârını zararını hesap edemeyen sefih anlamına geldiği gibi arı, duru, katışıksız, saf, halis anlamlarına da gelir. Yani yevmid-dîn (son çözümleme) de kimin sefih, kimin muhlis olduğu ortaya çıkacaktır.