Hakikat üzerine tartışmanın zorluğunun farkındayım. Zira her düşünce sistematiğinin kendini dayandırdığı çıkış noktası hakikattir. Hakikat ile temellendirilmeyen hiç bir görüş savunulamaz. Nitekim dünyadan silinip giden ekollerin varlığını koruyamamalarının temeli budur: Hakikat vurgularını kaybetmeleri...

Dünyanın bir ucunda paganist anlayışa sahip birini veya ineğe, maymuna veya ateşe tapan birilerini düşünün. Bu insanların, imanî sorgulamaları olduğunu, zihin dünyalarında bir zaafiyet veya şüphe içerisinde olduklarını düşünebiliyor musunuz? Bence hayır. En kavî şekliyle iman ettikleri besbelli. İneğe tapan birisi belki bize bakıp “zavallılar gözleriyle görmedikleri bir varlığa nasıl iman ediyorlar” diye düşünüyordur. Bu düşüncenin temelinde yatan duygu onun dünyasındaki ‘hakikat’ anlayışı ile ilgilidir. Öte taraftan Afrika’da kabile hayatı yaşayan ve pagan inanışa sahip bir yerli, atalarından öğrene geldiği kutsallıklara herhangi şek şüphe duymadan hakikat diye iman etmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. 

Ufkumuzu, ‘iman nedir?’ sorgulamasına çevirdiğimizde burada çok daha derin düşünceler karşımıza çıkmaktadır. İleriki yazılarımızda bu hususlara yine değiniriz ancak kısaca iman “herhangi bir hususa, herhangi bir şekilde şek ve şüphe olmadan inanmak veya bağlanmak” demektir. O halde şüphesiz inandığımız şey bizim imanımızdır. O nedenle Allah’ımız, Peygamberimiz, anamız, babamız ve dahi vatanımız, bayrağımız ve devletimiz bizim için bir iman cüzüdür. Büyük şairlerin vatan, iman ve hakikat bağlantılarının alt yapısında bu fikir olsa gerektir. Vatan kavramını iman cüzü olarak gören yiğitlerimiz şehadete gözü kapalı olarak gitmektedirler. Diğer taraftan bir ateistin de iman ettiği (inandığı) hususlar vardır. O halde her insanın iman ettiği bir varlık, nüve, düşünce veya olgu olmalı ki bu, onun dünyasında hakikat olarak sınıflandırılmış olmalıdır. Asıl varmak istediğim yer için artık hazırız. 

Hakikatin, hakikat olarak imanla ilişkilendirilebilmesi için hakikatle ayn-el yakîn olmamız lazım gelmektedir. Bu anlamda hakiki iman sahipleri ayn-el yakîn ve hakk-el yakîn olabilen kişilerdir. Kalpleri mutmain olmuşlardır. Bu bağlamda bir ateisti ancak hakikate davet edebiliriz. Bunun ötesinde herhangi bir olguyu hakikat diye ona dayatamayız ki benim Allah Resul’ünün hayatından gördüğüm budur. Kendisi vahiy meleği aracılığıyla Allah’tan emirler aldığı için elbette hakikatle hakk-el yakîn olmasına rağmen bunu yek diğerine bir psikolojik baskı aracı olarak kullanmamıştır. Onları sadece hakka davet etmiştir ve kabul etmeleri veya etmemeleri durumunda nelerle karşılaşacaklarını insanlara anlatmıştır. Hiç kimseye herhangi bir baskı yapmamıştır. 

Bakın bizim için hakikat olan bir başkası için pekala yanılgı olabilir. Veya bir başkası için hakikat olan bizim için safsata da olabilir. Dolayısıyla hakikati biraz insandan bağımsız düşünmek lazım ki hakikatle ayn-el yakîn olduğumuz zaman  dünyada hakikatten uzak yaşamlar ahirette bunun pişmanlığını duyacaklardır. 

İşte bu nedenledir ki bizler ‘hakikate vuslat’ yolculuğunda birer talebeden öte değiliz, olamayız. 

O halde birlikte bu dünya coğrafyasında  yaşayan farklı inanç ve irade kültürüne sahip insanlar olarak farklı iman ve farklı hakikat düşüncelerine sahip olmamıza rağmen üzerinde ortaklaşabileceğimiz ve bizi hakikate götürecek değerlere ihtiyacımız vardır ki bu değerlerin başında adalet olmalıdır, kanımca...

Bâki selam ederim...