Fert bağlamında adalet kavramını biraz daha açmak icap eder. 

Batı jargonunun özeleştiri diye ifade ettiği bizim ise nefis muhasebesi dediğimiz şeyi, kendi cürmümüzün farkına varmak için sık sık yapmamız lazım gelmektedir. 

Esasen nefis muhasebesi sadece cürümlerimizin farkına varmak için değil aynı zamanda dünyaya kendimizi konumlandırdığımız yeri tespit etmek için de son derece önemlidir. 

Kimiz? Ne istiyoruz? Hedefimiz ne? Kendimizi ne kadar tanıyoruz? İç dünyamıza yolculuğumuzu en son ne zaman yaptık? 

Hatırlarsanız ‘Adalet mizandır ve gönül terazisi ile ölçülür’ demiştik. Gönül terazisine vicdan da diyebiliriz. Vicdan ise fıtrattan gelir. Her insanın gönlüne, yaratılışla birlikte konulmuştur ve insanı hep doğruya ve hakka davet eder. Vicdanları rahatsız edecek bir hak bu nedenle ‘hak’ olamaz... 

Aslında vicdan, pûr din ile ilgili bir kavram değildir. Zira bizden farklı inançlara sahip kişilerin de vicdanlı olabildiklerine rastlıyoruz. Elbette kutsallık atfedilen her inanç sistematiği için iman esasları ‘hatalardan arındırılmış doğru yaşamları’ zorunlu kılmaktadır. Bunun da en temel unsurlarından birisi adalet-vicdan düzleminde şekillenmektedir. 

Bu anlamda, toplumda, ‘vicdansız’ diye tanımlamanan kişi ‘dinsiz-imansız’ betimlemesiyle aynı anlama gelir ki kastedilen şey gerçekleştirilen fiilin -ateizm dahil- hiç bir inanç sistematiğine uymadığına işaret etmektedir. 

O hâlde kendi dünyamızda vicdanî sorgulamalarla zenginleştirilmiş bir mizan kurmalıyız! Düşünce ufkumuzu ancak böyle zenginleştirebilir ve hakikî adalete böyle kavuşabiliriz. 

Vücut ve beden sağlığımıza dikkat etmemiz de bu kabilden adalettir. Bu apayrı bir konu... 

Düşünce ufkumuz, akıl sağlığımız ve vicdan terazimiz yani mizanımız ise yine adalettendir. Düşünce ufkumuzu adalet ve dolayısıyla hakikat düzleminde oluşturabilmemizin lüzumiyeti işte buradan doğmaktadır. 

Dolayısıyla her neye inanıyorsak inanalım adaletle/hakikatle düşünmeliyiz veya sorgulamalıyız. 
Peki adaletle düşünmek ne demektir? 

Adaletle düşünmek, ‘yoktum, var oldum. Varlıklar içinde bir varlığım’ diyebilmek, dolayısıyla haddini bilmek ve ruhu özgürleştirebilmektir. Ruhun özgürleştirilebilmesi ancak mutmain olmuş bir kalple mümkündür. Hatırlarsanız mutmain olmuş kalp iman ehline mahsustur demiştik. Böylece adaletle iman arasındaki bağ da kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Başta bizim kitabımız Kuran olmak üzere diğer  tüm kutsallık atfedilen kitaplarda adaletin birey, toplum ve devlet ekseninde emredilmesi boşuna değildir. 

Diğer taraftan kutsal olan adaletin bizatihi kendisi değil bize adaletli/hakikatli olmayı emreden vicdanımız, imanımız ve ahlakımızdır. Yani insan olmaklığımızın paydasını adalet-vicdan, adalet-iman, adalet-gönül ve adalet-ahlak düzleminde aramak zorundayız. 

İnsan zihnini özgürleştirme adına onu kutsama yöntemini seçen Batı ile ayrılıklarımız bu düzlemlerden ileri gelmektedir. 

Bakınız ahlak, gönül ve vicdan kelimelerinin bizim kullandığımız anlamıyla tam karşılığı Batı dillerinde bulunmamaktadır. Örneğin vicdan kelimesinin karşılığı 12. Yüzyılda Latince conscientia kelimesinden türeme conscience’dır. Kelimenin Latincesinin karşılığına baktığımızda conscientia "...knowledge within oneself, sense of right and wrong, a moral sense," şeklindedir. ‘... kişinin kendini bilmesi, yanlışı veya doğruyu hissetmesi...’ Gerçekten vicdan kelimesine sadece böyle bir anlam mı yüklüyoruz?

Hayır bu yazıda, en azından bu konu bağlamında Batı eleştirisine girmek istemiyorum. Nitekim gereksiz de olacaktır.  Ancak düşünce ufkumuzu nasıl şekillendirmeli ve nereye yönlendirmeliyiz konularında şüphesiz bize fikir verecektir. 

Şair “dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” der. Bütün büyük dönüşümlerin tek bir ‘insan’la başladığını unutmamalıyız.

Bâki selam ederim.