Eğitim, insana istenen ve belirlenen hedefler doğrultusunda davranışlar kazandırma ve öğretme sürecidir.  Eğitim anne karnında başlayıp mezara kadar devam eden uzun ve zorlu bir yolculuktur.

Hatta eğitimi, dünyaya gelen çocuğun anne karnına düşmesinden de önceye götürmek gerekebilir.  Söz konusu çocuğun bir anne ve babası vardır. Dolayısıyla çocuk, bir anne ve babanın ve onlardan aldığı eğitimin, etkinin ürünü olarak doğmaktadır. Bu anne ve baba da, kendi anne ve babasının ve onlardan aldığı eğitimin etkisinde kalarak doğmuş ve büyümüştür. 

Bu durum, bir taraftan burada söz konusu edilenlerden daha karmaşık, bir taraftan da oldukça basittir.

Çocuğun eğitiminde anne ve babanın yanında, toplumun her fert ve üyesinin de etkisi vardır. Toplumu büyük bir kazan, yahut da büyük bir tarla gibi düşünebiliriz. Kazanın içine düşen veya giren her türlü nesne kazanın içinde bulunana bulaşır ve ondan etkilenir. Veya aynı cins tohum, aynı tarlanın neresine ekilirse ekilsin, topraktan alacağı gıda ve verim hemen hemen aynıdır.  Nihayet, söz konusu tohum tarlada bulunan mineral ve vitaminden etkilenip beslenerek çıkar, büyür ve gelişir.

Güçlü bir traktörle sürülmüş, etrafı yabani ve zararlı otlardan temizlenmiş ve her türlü gübre, ilaç ve tohum analizi yapılmış verimli bir tarlayı düşünelim.  Bu tarlanın sahibi, oldukça bilgili ve bilinçli bir çiftçi olsun. Bu çiftçi, şüphesiz ki, tarlasının imar ve işçiliğini titiz ve güzel bir şekilde yaptığı gibi tarlaya attığı tohum çıkmaya başlayınca da, yabani ve zararlı otlarla mücadele edecek, belki de ziraat mühendisi,  bilim adamları ve uzmanlardan yardım isteyip onlarla birlikte çalışacaktır. Çünkü,  çiftçinin borcu vardır, borcunu ödemek için  tarladan en yüksek ve en kaliteli verimi almak istemektedir.

Allah, insanlara çalışma, gayret ve emeğinin karşılığını noksansız vermeyi vaat ettiğine göre bu çiftçimiz, hava şartları da normal giderse, çok büyük bir ihtimalle çok yüksek ve kaliteli verim elde edecektir. Ardından yüksek ve kaliteli verim elde ettiği ürününü satarak borcunu kolaylıkla ödeyerek  büyük bir borç  yükünün  ve sorumluluğun altından kalkacak, hem de seneye daha güzel ve daha cins tohum ekmek için elinde parası kalacaktır.

Burada anlatılan durumu çocuk eğitimi için de düşündüğümüz zaman çok büyük bir benzerliğin olduğunu görürüz.  Çocuk, tarlaya atılan tohumdur. Anne ve baba çiftçi, çocuğun etrafında olup da ona faydası dokunacak kimseler çiftçi yarısı, ziraat mühendisi;  zararlı kimseler ise, yabani ve zararlı otlardır. Benzerlik, çok büyük ama, vebal ve sorumluluk oldukça farklı.

Az önce anlattığımız çiftçimiz, başkalarına olan borcunu büyük bir yük olarak görmekte ve omuzlarında büyük bir sorumluluk hissetmekteydi. Sonuç olarak gayret edip, emek vererek ve çok çalışıp fedakarca davranarak, her türlü yabani ve zararlı otlarla mücadele ederek, ürününden elde ettiği yüksek verim sayesinde borcundan kurtuldu.

İşte, bizim farkında olmadığımız, bilmediğimiz, veya farkında olduğumuz ama bir şekilde ihmal etiğimiz, önem vermediğimiz, görmezden geldiğimiz, tembellik yaptığımız, düşünemediğimiz ve en hareketsiz kaldığımız nokta tam da burası.

Çocuğumuzun olması ile birlikte o kadar büyük bir vebal ve sorumluluğun altına giriyoruz ki Allah muhafaza, sonunda hem bu dünyada rezil rüsva olmak, hem de öbür alemde cehenneme düşmek var.

Yazıya eğitimin ne olduğunu ifade ederek başlamıştık, konuyu daha fazla dağıtmayalım.  Ama yukarıda anne-baba ve çocuk ilişkisi ile, çiftçi ve tohum ilişkisini aklımızdan kesinlikle çıkarmayalım.

Bunun bir taraftan bu kadar basit, bir taraftan da oldukça karmaşık ve zor bir olay olduğunu söylemiştik yukarıda.

Anlamamız açısından bu örnek bize her şeyi kolayca anlatıyor.

Zor olan tarafı ise, gerçekten çok ciddi ve çok uzun senelerden beri devam eden bizleri yakıcı, yıkıcı, fareler misali yerlerde süründürücü, toplumumuzu her geçen gün bitirici ve bizleri alçaltıcı bir durumdur. Bizim, davranışlarını beğenmeyip de, kabalığından, anlayışsız ve cahil olduğundan, salak, ahmak ve kafasının çalışmazlığından yakınıp da üzüldüğümüz toplumumuzun diğer insanları da bir anne ve babadan meydana geldi. Onlar da bizim gibi, içinde nine-dede, anne- baba ve diğer akrabaların olduğu aile ve çeşitli arkadaşlıkların kurulduğu bir çevrede yetişti  ve büyüdü. Bizim aldığımız veya bizden öncekilerin aldığı aşağı yukarı aynı eğitimi aldı. Aynı okul, sıra ve benzer  eğitim süzgecinden geçmiş öğretmenlerden ders alarak, aynı eğitim sisteminin cenderesinden geçti. Onların anne ve babalarının başından da benzer veya aynı hadiseler geçti. Onların anne ve babaları da aynı kazandan içti ve aynı tarlada yetişti.

Demek istediğim, günümüzde bizler çocuklarımızı nasıl eğitemiyor ve onların eğitiminde başarısız kalıyorsak, toplumumuzun diğer insanlarının hareket ve davranışlarını kaba, çirkin ve yanlış buluyorsak bizden öncekilerde de aynı veya benzer durumlar vardı.

Anne ve babalarımız, dedelerimiz, büyük dede ve çok büyük dedelerimiz, ninelerimiz nasıldıysa onların çocukları da öyleydi, onların çocukları ve onların çocukları olan bizler de onlar gibiyiz. Çünkü eğitimin ne olduğunu bilmiyor, nasıl olabileceğini tam bilemiyor, çocuğun nasıl eğitilip yetiştirilebileceğini beceremiyoruz.

Bizden öncekilerden görmedik ki bilelim.

Kitap okuma, ilim öğrenme ve çeşitli şekillerde eğitim alıp da kendi başımıza öğrenme alışkanlığı da edinemediğimiz için çocuklara bizden öncekilerin bize davrandığı gibi kaba, cahilce, yanlış ve çok çirkin bir şekilde davranıp örnek oluyoruz.

Sonuç olarak, bizim çocuklarımız da bizim gibi yetişiyor, yetişti.  Ülkemizde ve Müslümanların yaşadıkları yerlerde, her geçen saniye olumsuz onlarca, yüzlerce, hatta binlerce olay ve hadiseler olmakta. Her türlü hırsızlık, gasp, yağma, rüşvet alıp yeme, adam kayırma, tecavüz, cinayet, yaralama, patlayan bombalar ve silahlar… Saymakla bitmeyecek bir sürü çirkin şeyler.

Oysa Müslüman’lar böyle olmamalı, hatta her dönem en zirvede olmalıydı.

Bizler, gözümüzü açtığımızda etrafımızda yürekleri sevgi dolu,  son derece merhametli, şefkatli, ama son derece kaba, cahil, eğitimsiz, bilgisiz ve bilinçsiz insanlar vardı.

Anne ve babalarımız veya diğer eş, dost ve akrabalarımız bizim için canlarını seve seve verir/verebilirler. 

Oysa bizim onların canlarına ihtiyacımız yok ki. Bizden hayatımızı ve bizim eğitilme, bize güzel örnekler olarak güzel şeyler öğrenme hakkımızı ellerimizden almasınlar yeter. Ama onlar bunun da farkında değiller.

Zaten sorun da buradan kaynaklanmaktadır.

Bilgili olmakla bilinçli ve şuurlu olmak çok farklıdır. Biz iyi ve kötünün ne olduğunu biliyoruz. Anne ve babalarımız, diğer büyüklerimiz de biliyor. Ama bildiklerimize göre davranmıyoruz. Yalan söylemenin, rüşvet ve cinayetin, adam kayırmanın, kul hakkı yemenin doğru olmadığını biliyoruz. Üç yaşındaki çocuk bile biliyor bunları.

Ama doğru davranamıyoruz, bildiklerimize göre hareket edemiyoruz. Bilgi olarak her türlü doğru ve yanlış davranışı biliyoruz, bunlar kafamızda var. Ama bunlar vicdanımızda, kalbimizde ve içimizde yok. 

Kafamıza sokmuşuz ama, oradan kalbimize, yürek ve vicdanımıza indirememişiz. Şüphesiz ki bunun birden fazla ve ciddi nedenleri vardır. En önemli nedenlerinden bir tanesi de anne ve babalarımızın, büyüklerimizin, bize öğüt ve nasihat veren tüm herkesin verdikleri öğüt ve nasihate kendilerinin uygun davranmamaları. Burada devreye, yine şuur ve bilinç denen ve aynı anlama gelen iki önemli kavram  giriyor.

Sosyal Bilgiler Öğretmeni Hacıbekir Arslan'ın eğitim üzerine yazmış olduğu köşe yazısının devamı  24 Ocak Salı günü gazetemizde 'Eğitim Üzerine' başlığı altında devam edecek..

Eğitim Üzerine II

Bilinçli ve şuurlu olmak için toplumumuzda öncelikle, başta Allah’tan korkan ve ölümü akıllarından çıkarmayan insanların sayısının son derece çok olması lazım. Bu sayının gittikçe de çoğalması gerekir.

Tâki, tüm olumsuz duygu ve düşüncelere sahip, şuursuz ve bilinçsiz insanlar Allah korkusu karşısında karıncayı dahi incitmeyen kimseleri görsün ve kendini ve davranışlarını düzeltsin. Osmanlı döneminde veya eskiden bazı dönemlerde atalarımız gerçekten bu kadar yufka ve ince yürekli, vicdanlı ve merhametliydiler . Karıncayı dahi incitmezlermiş. Hıristiyan ve Yahudiler birbirlerine değil de, alışverişlerde ve diğer işlerinde dedelerimize güvenirlermiş. Hatta Müslümanların yaşadığı cadde, sokak ve semtteki köpekler ve kediler bile sahipleri, yani dedelerimiz gibi tok gözlü ve ağırbaşlı imiş.

Osmanlı ülkesini gezmek için gelen yabancılar söylüyorlar bunu. Hıristiyan ve Yahudi’lerin mahallerinde yaşayan köpek ve kediler de kendiler gibi aç gözlü, saldırgan ve huysuz, ama Müslümanların köpek ve kedileri de tıpkı kendiler gibi tok gözlü, ağırbaşlı ve uysaldır demektedirler. Çünkü dedelerimiz, başta kendileri İslam’ın emir ve yasaklarına son derece bağlı olarak yaşamaktaydılar.  Böyle olduğu içinde çocuklara verilen nasihat, öğüt ve misaller çocuklarına büyük tesir etmekteydi. Çocuklar, ya dosdoğru ve adam gibi yaşayan baba ve dedelerini görüp, onlardan  aldıkları nasihat ve öğütlere uygun olarak yaşayacaklardı, ya da toplumdaki tüm herkes tarafından ayıplanıp, toplumdan dışlanacak ve itibar görmekten uzak kalacaktı. 

Böyle zor bir tercih karşısında kalan çocuklar, nefisleri çok istese veya kendilerine çok ağır gelse de, her türlü isteklerinden mahrum kalmayı tercih ederek doğru olanı yapmaktaydı. Çünkü İslam böyle emrediyordu ve Yüce Rabbimiz şöyle diyordu: ‘’Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.’’

Oysa şimdi doğruluk, dürüstlük ve adalet değil de tam tersi şeyler bilinçsiz ve şuursuzca yapılmakta ve yaygınlaştırılmaktadır. Baba telefonda konuştuğu insana, çocuğunun gözü önünde yalan söylemekte, telefonu kapattıktan sonra da karşıdaki insana veya ortalığa bir sürü hakaret etmekte, küfürler saydırmaktadır.

Bu duruma şahit olan çocuğa, ‘’Yalan söyleme oğlum, arkadaşlarınla güzel konuş.’’ şeklindeki nasihat ve öğüt tesir eder mi? Misalleri çoğaltabiliriz. En başta şunu unutmamamız lazım. Verilen öğüt ve nasihatin ders ve ibretlik misaller olarak anlaşılması ve çocuklarda davranış değişikliği meydana getirmesi için toplumda karşılığının olması gerekir.

Yani, nasihati ve öğüdü verilen doğruluk, dürüstlük, adalet, merhamet, namus, şeref, çalışkanlık ve adam olmak gibi değerlerin geçerli olması ve insanların bunlara çok büyük önem vermesi  gerekir. Bizler, özellikle de büyükler bu değerlere önem  veriyor muyuz?

Maalesef hayır. Karşılıksız çek, nasıl boş çıkıyor, kendisine olan borç, karşılığı olmayan çek ile ödenen adam bankaya gidince para yerine nasıl hava alıyorsa, aynı şey toplum içinde de aynı mantıkla gerçekleşmektedir. Toplum ve devlet aynı veya benzer duygu ve düşüncelere sahip birden fazla insanın bir araya gelmesi ile oluşmaktadır.

Toplum içindeki tüm herkes, birbirinin aynasıdır. Birbirimizi tanımasak, akraba ve yakın olmasak da birbirlerimizin davranışlarından farkında olmadan acayip şekilde etkileniyor ve birbirimizden iyi veya kötü bir takım bilgiler öğreniyoruz.

Öğrencileri taşıyan servis şoförü her sabah, büyüklerinden gördükleri ile yeni şeyler öğrenen ve öğrenmelerini oluşturan yavruları taşırken kırmızı ışıkta duracağı yerde geçer ise, çocuklar bundan ne anlar ve öğrenir?  Veya,  babası ile yolculuk eden ve zihni tertemiz bir şekilde bulunan yavrucak, trafikteki diğer sürücü ve yayalara karşı son derece kaba, çirkin ve hırçın davranan babasından hangi tutum ve davranışları öğrenir?

‘’Babam, benden büyük,  güçlü  ve çok şey biliyor, demek ki yayalara veya sürücülere karşı bende böyle davranmalıyım. Evet, babam haklı, geçen gün annemle dışarıda yürürken de benzer bir durum görmüştüm.

Kaza yapan sürücüler araçlarından iner inmez birbirlerine küfür ve hakaret ederek saldırdılar. Evde oyun oynarken de, benzer bir kaza ve kavga olayını televizyonda izlemiştim. Etrafımdaki ve toplumumuzda ki  insanların çok büyük bir kısmı benzer şekilde davranıyorlar, çok öfkeliler, hiç saygılı değiller ve ağızları oldukça bozuk.

Demek ki birbirlerine karşı bu şekilde davranmaları normal ve doğru.’’diye düşünmezler mi? Belki hepsi değil ama, çocuklarımızın çok büyük kısmı tam da burada ki  olumsuz olaylara şahit olan  yavrumuz gibi düşünüp hissetmekte. Bunun en büyük kanıtı da, çocuklarımızın aynı büyükler, yani bizim gibi olması. Sokak, mahalle ve çarşıdaki çocukları on dakikalığına izlersek, durumumuzun ne kadar da kötü  ve geleceğimizin ne kadar karanlık olduğunu müşahede ederiz.

Oysa, bu çocuklar bizim geleceğimiz, bizden boşalan koltukları bunlar dolduracak ve bizler emekli olup da bir köşeye çekildiğimiz zaman hem kendimizi, hem de bizden sonraki ülkemizin geleceğini bunlara emanet etmiş olacağız.

Bizden farklı olmayan ve bizim gibi kaba, sorumsuz, saygısız, tembel ve beceriksiz olarak yetişmelerine farkında olmadan örnek olduğumuz ve etki ettiğimiz çocuklarımız ülkemiz, milletimiz ve devletimizin gelişmesine nasıl katkı sağlasın?

İş, sadece trafikteki insanların birbirlerine karşı davrandığı saygısızlık, kabalık ve çirkinlikle ve yalnızca trafikle sınırlı değil. Toplumumuzun her alanında ve her katında benzer durumlar söz konusudur.

Gün içinde, hem bizler canlı olarak şahit oluyor, hem de gazete, televizyon  ve çeşitli yollarla duyup görüyoruz. Bu durum ve doğru olmayan gidişatımız Allah’ın izni ile değişmelidir. Sözü biraz daha, hatta çok daha uzatsak dahi, konuşacağımız konu ve vereceğimiz misaller çok değişmeyecek, aynı veya benzer kalacaktır. Eğitim ve öğretme işini bilmiyoruz.

Oysa, eğitim ve öğretme o kadar kolay ki! Tek yapmamız gereken şey şuurlu, bilinçli  ve güzel örnek olmak. Son olarak, toplum, ülke, devlet ve millet olarak biz büyük bir aileyiz.

Aile üyelerinin her türlü tavır, davranış, tutum, duygu ve düşünceleri birbirlerini  nasıl etkiler ve aile üyeleri farkında olmadan birbirlerinden nasıl öğrenirse, tüm vatandaşlar ve toplumun üyeleri olarak biz de birbirimizden öğreniyoruz.

’KISACASI, ÇOCUK GÖRDÜĞÜNÜ VE YAŞADIĞINI ÖĞRENİR.’’

Hacıbekir ARSLAN

Sosyal Bilgiler Öğretmeni

Editör: Haber Merkezi