Aziz okur, birlikte bir arayış içerisindeyiz. Hakikate teslim olma araçlarını irdeliyoruz. Toplumsal düzlemde ve fert temelinde yaşadığımız sorunları ortaya koymaya çalışıyoruz. 

Sorunlarımızı doğru teşhis edemezsek tedaviyi de doğru uygulamamız mümkün olmayacaktır. 

Tüm insanlık olarak bir girdabın içine girdiğimizi değerlendiriyorum. Bunun adına ister modernite diyelim ister bireysellik çağı, aynı kapıya çıkıyor. 

Reflekslerimiz, duygularımız, azmimiz, kavrayışlarımız, değerlerimiz birçok etmenin bu girdabın içinde insanlık adına memnun olamayacağımız bir yere doğru evrilmeye başladığını müşahade ediyoruz. 

Bu nedenle doğru teşhis ve doğru tedavi ilişkisi üzerinde özenle durmamız gerekiyor. 

Bakın asıl sorunumuz gittikçe bedevileşiyor olmamız... Hiçbir şeyle tatmin olamıyoruz, doymak bilmiyoruz. Sürekli eleştirmemizin temelinde de bu duygu var, kanımca. 

Nezaketten, letafetten uzağız. Düşüncelerini savunmayı, birey olmayı yanlış anladık/anlattık. Karşımızdakini kırıp dökerek hangi düşünceyi savunabiliriz ya da birey olabiliriz? 

Kanaatimce bedevilik zihinsel bir süreç ve sosyolojik bir olgu. Nerede, hangi şartlarda/statüde doğduğumuzla ilgili değil; kendimizi konumlandırdığımız dünya ile ilgili. 

Göstergelerinden biri, kimseyi beğenmemek veya başkalarına akıl satmak. Sanki sadece bizim kavrayışlarımız gerçeği yansıtıyormuş gibi. 

Şüphesiz hayatın içinde gri alanlar da vardır; dünya siyahlardan veya beyazlardan inanın ibaret değil. Pekala bir çok hususta bizden çok daha doğru kavrayışlara sahip insanlar var olabilir ama onlar bizim düşünce dünyamıza dahil olmayabilirler. 

The Blind Side isimli bir film var, izlemenizi tavsiye ederim ki gerçek olaylara dayanan bir hikayedir. Hikaye özetle bir hanımefendinin evsiz bir çocuğu keşfedip ona güvenerek evini açmasına ve çocuğun ülke çapında yıldız bir sporcu olma sürecinin anlatılmasına dayanmakta. Dikkatinizi çekerim o hanımefendi, hakkında hiçbir şey bilmediği ve sokakta bulduğu bir çocuğa sadece evinin değil gönlünün de kapısını açmıştı. Üstelik olayın kahramanı kadın Müslüman değil, dindar bir katolik. 

O kadının yaptıklarını Müslümanlığı kimseye bırakmayan bizlerden kaç kişi yapabilir? Toplum için ne kadar dertliyiz? Elimizden geldiğince ihtiyaç sahibi insanlara ne kadar ulaşabiliyoruz? Ya da bize bir derdini ileten insanların sorunlarıyla ne kadar ilgilenebiliyor, bize iyiliği dokunanlara ne kadar vefalı bir duruş sergileyebiliyoruz?

Sorgulamalarımızı biraz daha ileri götürelim. Düşenin elinden tutmak yerine ‘bir tekmede sen at’ anlayışı topluma nasıl sirayet etti? Bunları düşünmek zorundayız. 

Oysa bizim medeniyetimizin temeli ‘gülümsemenin bile sadaka’ olduğu anlayışına dayanmaktadır. Yani nezaketle insanlara davranmaya…

Bunun aksi ise kul hakkıdır, her kul hakkı ise şüphesiz insanın kendine veya başkasına yönelttiği dilsiz şeytanlıktır. 

Biz doğrusu kul hakkının ne olduğunu da yanlış anladık/anlattık. Bir arkadaşımızdan aldığımız beş lira borç parayı vermek için büyük çaba sarfediyoruz. Kul hakkının bununla sınırlı olduğunu düşünüyoruz çünkü. Bunu bile yapmayan insanlar türemeye başladı ne yazık ki.

Şüphesiz bu da haktır ancak kul hakkı dediğimiz şey sadece bununla sınırlı değildir. Oysa haksızlık karşısında sustuğumuz dilsiz şeytanlıklar kul hakkıdır. Başkasına verdiğimiz her türlü rahatsızlık kul hakkıdır. İnsanların dedikodusunu yapmak hatta insanlara sirke satan suratlarla bakmak bile kul hakkıdır…

Daha az konuşmaya, daha çok diğergam olmaya ihtiyacımız var. 
En önemlisi ise anlattığımız insan olmalıyız; hiç olmazsa bu yönde gayret sarfetmeliyiz.

Sirke satan suratlardan mütebessim çehrelere kavuşmak dileğiyle, 

Bâki selam ederim.