Eskiden, yol kenarlarına, cami avlularına, kasaba veya köy meydanlarına, hatta özel bahçelerinin yola yakın kenarına gelip geçen yolcular, çocuklar, fakir fukara veya aç kalan kimse yesin de karnını doyursun diye çok güzel bir düşünce, hayran olası anlayışa paralel olarak dut ağaçları dikilirdi. Sevilen meyvedir. Türküsü bile vardır:
 
“Dut ağacı boyunca
Dut yemedim doyunca
Yâri halvette gördüm
Sarılmadım doyunca”
 
Dut, kendine has kokusu ve tadı olan, şeker oranı yüksek, bereketli ve çok besleyici bir meyvedir. Ağacında aylar boyunca meyvesi eksik olmaz. “Yolcuların, çocukların ve kuşların hakkı” denilen meyvelerdendir.
 
Bu geleneğe bağlı olarak Elbistanlılar da çeşitli yerlere hayrat olarak dut ağacı diktiği gibi kendi bahçesinin uygun bir köşesine özellikle evinin ön kısmına da dikerdi. Elbistanlılar dutu kahvaltılık olarak yerdi. Yeteri kadar ağacı olanlar mevsimi geldiğinde pekmezini ve pestilini yapar, kışın yemek için çuvallar dolusu kuruturdu. Ayrıca dutun odunu dayanıklı olduğundan saz, takunya, kaşık ve tarak gibi eşyalar yapılırdı.
 
Dahası, Elbistan’da dutun yemekleri de yapılırdı. Kurusu, çir kavurması yapar gibi şöyle bolca tereyağında kavrulurdu. Böylece yenildiği gibi kavrulma tamamlanmadan az önce içine yumurta kırılıp birlikte de pişirilirdi; hatta buna pekmez de eklenerek kayganaya bile benzetilirdi… Biraz su ile dut kurusu kaynatılıp süzüldükten sonra suyu içirilirse mide sancısı olanlara, peklik çekenlere, ağzında yara olanlara iyi geldiği söylenirdi.
 
Seksenli yılların ortalarına kadar sabahın erken saatinden itibaren bahçelerde, pazarda, çarşıda birkaç dükkânın önünde büyük siniler içinde hatta son zamanlarda dört tekerlekli arabalarda bile dut satışı başlardı. Sabah kahvaltısı için getirdiği tepsi ile eve alanlar olurdu, kahvaltı yapmadan gelen esnaflar dükkânında ekmek ve peynirle yemek için alırdı. Sabah güneş doğmadan köyünden yola çıkıp gelenler ekmeklerine katık ederlerdi. Zevk için iki üç arkadaşın alıp uygun bir yerde atıştırdıkları bile çok görülürdü…
 
Eskiden Elbistan’da, pazartesi günleri köylülerin geldiği büyük pazar, o zamanlar ‘Şire Bazarı’ şimdi ’Kıbrıs Meydanı’ denilen alanda kurulurdu. Bu alanın doğu kenarında birkaç dükkân sahibi esnaf, köy ve kasabalardan gelenlerin oturup yemesi için dükkânını özel olarak hazırlatmıştı. Önüne, meyve kayalarının veya ters çevrilmiş zembillerin üstüne bembeyaz dutun harman gibi yığıldığı bir veya iki sini kordu. Dükkânın içine müsait olan iki veya üç duvarın önüne tek sıra tahtadan oturacak yerler yapardı. Müşteri çekmek için de “Tut var, yiyecek yer var. Tut var, yiyecek yer var…” diye bağırırdı. Pazarın kuzey kenarındaki köşede Şahkerem’in Fırını vardı. Oradan aldıkları ekmeğin içine isterse katık alarak, ‘çıkla/katıksız’ yemek istiyorsa doğrudan bu dükkânlara gelen vatandaşlar, çok ucuza satılan bir kilo dutun eşliğinde karnını doyururdu. Esnaf, dutu tartar ve bir gazete parçasına koyup müşteriye verirdi. Fırınlar yakında olduğu için ekmek, hemen önlerindeki pazarda bol olduğundan çökelek ve peyniri bugün satmazlardı. Pazar günlerinin dışındaki günlerde çökeleği kolayca temin ettirmek için görülecek bir yere koca bir deri çökeleği korlardı. Tabii bugünlerde müşteri çağırma cümlesi de değişirdi; “Tut var, çökelek var, yiyecek yer var.. Tut var, çökelek var, yiyecek yer var…” Bu dükkânlarda mevsimi gediğinde karpuz ve kavun da satılır; aynı şekilde ekmek ve çökelek veya peynirle yenilirdi.
 
Dut, durdukça sulanan ve rengini kaybeden bir meyvedir. Sıcaklar arttıkça renginin koyulaştığı hatta karardığı görülür. Suyunu sürekli kaybettiğinden küçülür ve pörsür. Bu yüzden satıcılar, suyunu koymamaya özen gösterirlerdi.
 
Halk arasında “Suyundan da koymak” ifadesi bir ironi/kerç deyimi olarak yayılmıştır. Dut, durdukça suyunu kaybeder. Böyle kendiliğinden sızan suyu içilmez, tadı da hoş olmaz; üstelik içindeki dutu da etkileyip kalitesini bozar. Bu yüzden gereksiz ve biraz da zarar verici iş yapanlar, ‘suyundan da koyaydın bari’ gibi bir ifadeyle eleştirilir veya azarlanır.
 
Dut ağacı olan aileler, sabahın erken saatinde evdeki yaşlılar hariç hemen herkes birlikte ağacın yanına giderdi. Dut sabah veya akşam serinliğinde silkelenirdi. Özellikle sabah serinliğinde silkelenen dutun tadına doyulmazdı. Güneşte ısınmaya başlamış dutun tadı pek olmazdı. Özel olarak hazırlattıkları büyük ‘tut bezi’ ağacın altında veya dalına atılmış olarak her gün onları beklerdi. Eğer çok kirlendiğinden yıkamışlarsa veya çalınmasından korktukları için içeri alıyorlarsa onu da yanlarında götürürlerdi. Evin horantası yetmezse komşu çocuklarına seslenilirdi. Bezi tutacak kadar adamın olduğu anlaşılınca “Şeyle yeni yetme emme beşirikli bir döl” silkelemesi için ağaca çıkartılırdı. O “Döl” hangi dala tekmeyle vuracak veya eliyle silkeleyecekse, dut bezini tutanlar o dalı ortalayacak şekilde hareket ederlerdi. Öylece ağacın etrafında döne döne dutun o sabaha kadar olgunlaşmış meyveleri aşağı indirilir ve silkeleme tamamlanırdı. Silkelerken, henüz tam olgunlaşmasını tamamlamamış olan dutlar düşmesin diye dallara hızlı vurmamak gerekirdi. Olgun dutlar dala hafifçe dokununca bile dökülürken, onlar minnacık sapları ile dala daha sıkı tutundukları için hızlı ancak vurulduğunda düşerdi ki, yenmez araya giderdi. Üstelik o dutlar da akşam serinliğindeki silkelemeye veya bir sonraki sabaha hazır olmalıydı...
 
Silkeleme bitince, tutanlar, bezi olduğu gibi bırakmayıp tuttukları yerden itibaren avuçlarının içine katlayarak merkeze doğru yaklaşır ve silkelenmiş dut ortada toplu halde kalınca yere bırakırlardı. Çocuklar çekilirken, aklı erenler dutla birlikte ağaçtan düşen yaprakları, kuru dalları, “tut böcüü” denilen kanatları kırmızı böcekleri, hamları, çürük veya kuşların pislediği dutları temizlerdi. Dutun sahibi, kendine yetecek kadarını tepsisine alıp “Şunu içeri götürün” diye kızına veya gelinine talimat verdikten sonra satın almak için gelen varsa onların tepsisine, tabağına kaç kuruşluk istiyorsa göz kararıyla kor ve geri kalanını silkelemeye yardım edenler başta olmak üzere konu komşuya, eşine dostuna tepsi veya iri tabaklarla dağıtırdı.
 
Kahvaltıda peynir veya çökelek dürümü eşliğinde, herkesin önceden temin ettiği çalı dikeni, o yoksa toplu iğne ile yenirdi. Son yıllarda çatalla yemek de icat olduysa da o zevki bir türlü veremedi. Dut -bence- peynir dürümü ile tadına doyulmaz bir uyum sağlardı...
 
Dutların altı genellikle düz ve çayır çimen olur. Bu yüzden çocukların oynayacağı, hanımların bir araya gelip dedikodu kaynatacağı, akşamları gençlerin yarenlik edeceği bir alan olarak kullanılır. İşin en kötü tarafı şudur; dalından düşüp otların arasında görünmez hale gelmiş bir taze dutların üzerine serilen sergiye güven içinde çorapla basmak veya oturmak var ya aman Allah yapış yapış eder ki yıkamadan kurtulamazsın. Yıkayıncaya kadar kuruyup muşamba gibi bir hal alır. Bir de sergi olmaksızın temiz bir çimene oturuyorum sanan birinin doğrudan taze dutların üzerine oturduğunu düşünün… İnsanın çamaşırını bile vücuduna yapıştırır ki, tahammül edene aşk olsun!
 
Güney Anadolu'nun Adıyaman, Urfa, Antep gibi birçok bölgesi ile Kahramanmaraş, Kayseri, Sivas, Yozgat gibi şehirlerde yolcular, fakirler, garipler için dut dikme âdeti; en azından dikilmiş olanları koruma düşüncesi az çok sürdürülmektedir. Dut adında yerleşim yerleri ve birçok şehrimizin şurasında veya burasında dutluk adında özel mekânlar bile vardır.
 
Afşin, 1944 yılına kadar Elbistan'ın bir bucağı idi. Gerek akrabalık bağları, gerek alış veriş ve resmi işlerin takibi dolayısıyla iki şehrin insanları içli-dışlı idiler. Bu yakınlığa rağmen aralarında bir çekişme hep süregelmiştir. Yukarıda söylediğim gelenek Afşin’de ne kadar uygulanmıştır bilmem; ama sorduğum dostlar “Afşin’de dut ağacını birçokları bahçesine dikerdi. Burada dut dalından veya silkeleyip taze yenirdi; kurutma ve özellikle satma hiç yoktu, son zamanlarda adet olmaya başladı…” demişlerdir.
 
Buradan anlaşılıyor ki, Elbistanlıların duta çok önem vermesi, her yere dikmesi, taze iken yediği yetmemiş gibi bir de kurutup kışa hazırlaması, hele bir de çarşıda, pazarda ve bahçede meyvesini parayla satması Afşinlilerin çok garibine gitmiş olmalı ki Elbistanlıları "Tutçu" diye yaftalamışlardır. Elbistanlılar da herhalde altta kalmamak için Afşinlilere, çok ekip yedikleri için olsa gerek "Biberci" deyip çıkmışlar. Şimdi iki taraf da hem dut yetiştirip yaşını ve kurusunu yiyip sattığından, hem bolca biber ektilerinden ‘Biberci’ ve ‘Tutçu’ lakapları unutulup gitmiştir…
……………………………………………………………………..
(*) DUT: Akdut, Karadut ve Kırmızı (mor) dut olmak üzere üç ana türü vardır. Kısa boylu ve şemsiye gibi görünümü olan bir çeşidi son zamanlarda bahçelerde ve parklarda süs bitkisi olarak kullanılmaktadır. Dut usaresi çıkartılır. Şurubu, meyveleri ve yaprakları hekimlikte kullanılır. Yaprakları İpekböceğinin çok sevdiği besinlerdendir. Akdut’un yaprakları idrar söktürür. Vücutta biriken suyu boşaltır. Aç karnına yenen beyaz dut, bağırsak solucanlarının düşürülmesini, mide ve bağırsakların düzenli çalışmasını sağlar. Karadut’un şurubu Pamukçuk hariç diğer ağız ve bademcik iltihaplarını giderir.
● TERK EDEN ELBİSTAN–1
● TERK EDEN ELBİSTAN–2
● TERK EDEN ELBİSTAN–3
(Üç Cilt Toplam 816 Sayfa; 25 TL)
●ELBİSTANCA
(Kahkahalarla okunan sözlük… Büyük Boy, 350 Sayfa; 15 TL)
İSTEME VE İLETİŞİM İÇİN:
İstediğiniz Kitap(lar)ın Bedelini
Arif Bilgin’in;
0199-312 78784-5001 Numaralı Elbistan Ziraat Bankası
ya da 5185615 Numaralı Posta Çeki hesabına Yatırılıp
Adresinizi aşağıdaki e-mail adreslerinden birine bildirmeniz yeterlidir.